"Beni burada bırakırsanız ölürüm."Zevkle, bir solukta okuduğum “Mavi Ufuklar”dan; sarsıcı, minik bir alıntı aktaracağım. Yedi yüz üç sayfa olmasının bileklerimde bıraktığı ağrı dışında hakkında, harika bir Wilbur Smith kitabı olduğunu söyleyebilirim.
"Ama muhtemelen akbabalar ve sırtlanlar seni bulmadan önce değil."
Siz kitabı okurken, bu olayların kimin başına geldiğini bilmeyin ve keyifli okuma deneyiminize gölge düşümesin istediğimden; alıntıdaki kişinin ismini geçirmeden, ismini "Z" olarak kullanmayı uygun gördüm.
(Sabah uykum kaçtı ve gün doğarken, sabah haberlerine bakıp, turuncu - mor yansımaları yeni gözükmeye başlayan bir ufuk manzarası karşısında, martı sesleriyle bunları yazıyorum ama siz, sabah kahvaltınıza eşlik edecek içerikte bir alıntı beklemeyin. Kahvaltı için, sarsıcı olabileceğini yineleyip, rahat bir zamanınızda okumanızı önererek devam ediyorum.)
...İlk akbabanın belirmesi uzun sürmedi. Havada süzülürken tüysüz, kırmızı boynu üzerindeki çirkin kafasını çevirip aşağıya, Z'ye baktı. Sakatlanmış olduğunu, can çekiştiğini ve kendini koruyamayacağını görünce tatmin oldu ve Z'in hemen yakınındaki kayalığı gözüne kestirerek alçaldı. Geniş kanatlarını açtı ve pençelerini öne uzatarak konacak bir yer aradı. Sonra uzun kanatlarını katlayıp kamburunu çıkararak hareketsizce beklemeye başladı. Sarkık yüzlü, kapkara, kocaman bir kuştu.Ayak bileklerinin arkasındaki tendonlar, keskin kılıç darbeleriyle koparılmış; tüfeği, suyu, eşyaları ve atı olmadan, terk edilmişti Z.
Z en yakınındaki ağaca süründü ve sırtını gövdesine dayadı. Uzanabildiği bütün taşları etrafına topladı, ama taşların miktarı çok azdı. Kamburunu çıkarmış bekleyen akbabaya birini fırlattı, ama mesafe çok fazlaydı ve oturur pozisyonda taşı yeterince kuvvetli fırlatamıyordu. Koca kuşun tek tepkisi, gözlerini kırpıştırmak oldu. Ağaçtan düşmüş ölü bir dal, Z'nin hemen yakınında duruyordu. Kullanmak için fazla ağır ve tuhaf şekilliydi, ama Z yine de onu alıp kucağına yerleştirdi. Dal, kendini savunmak için başvuracağı son çareydi, ama büyük kuşa bakınca ne kadar yararsız olduğunu gördü.
Günün geri kalanında birbirlerini gözlediler. Akbaba bir kez tüylerini kabarttı, gagası ile dikkatle düzeltti ve kıpırtısız bekleyişine devam etti. Z, karanlık çöktüğünde iyice susamış, ayaklarının acısı dayanılmaz bir hal almıştı. Yıldızlarla kaplı arka plan önünde kuşun karanlık gölgesi tüyler ürpertici bir manzara oluşturuyordu. Z, kuşun yanına kadar sürünüp hayvanı uyurken boğmayı düşündü, ama hareket etmeye kalktığında bir santim bile ilerleyemeyeceğini gördü. Bacakları yere mıhlanmış gibiydi.
Gecenin soğuğu, tüm yaşam gücünü çekip almıştı. Hezeyanlı bir uykuya daldı. Sabah güneşinin yüzüne vuran sıcaklığı ve gözkapaklarının gerisinde hissettiği aydınlık onu tekrar uyandırdı. Uzun bir süre nerede olduğunu anlayamadı, ama hareket etmeye kalkınca ayaklarında hissettiği keskin acı, gerçeklerin tüm dehşetiyle beynine hücum etmesine sebep oldu.
İnleyerek başını çevirdi ve korkuyla çığlık attı. Akbaba, kayalıklar üzerinde tünediği yerden inmiş. Çok yakınında, uzanma mesafesinin hemen dışında oturuyordu. Yaratığın ne kadar büyük olduğunu daha önce anlayamamıştı. Koca kuş, tepesinde bir kule gibi yükseliyordu. Yakından bakınca daha da iğrenç görünüyordu. Çıplak boynu ve başı, kıpkırmızı, pullu bir deriyle kaplıydı ve etrafına leş kokusu yayıyordu.
Z yanındaki kümeden bir taş alıp olanca gücüyle hayvana fırlattı. Taş, kuşun siyah, parlak tüylerinden sekti. Yaratık, koca kanatlarını açıp geriye doğru sıçradı ve tekrar önceki pozisyonunu alıp beklemeye devam etti.
"Beni rahat bırak, kahrolasıca canavar!" Korkuyla hıçkırdı. Kuş, sesini duyunca tüylerini kabartıp kel kafasını omuzlarına doğru çekti. Tek tepkisi bu olmuştu. Güneş yükseldikçe yaydığı sıcaklık da arttı. Z kendisini harlayarak yanan bir fırının içine tıkılmış gibi hissediyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Susuzluğu korkunç bir işkence halini almıştı.
Akbaba, katedral duvarındaki taş bir canavar heykeli gibi kıpırtısızca oturuyordu. Z bir an için kendini kaybeder gibi oldu. Dev kuş bunu hissetmiş olmalıydı ki kanatlarını aniden açtı. Tiz sesler çıkarıp ayaklarını açarak hızla ona yaklaştı. Kancaya benzer gagası iyice açılmıştı. Z korkuyla haykırıp kucağında duran dalı çılgınca savurdu. Akbabanın çıplak boynunun yan tarafına bir darbe indirebildi. Darbenin şiddeti, hayvanın dengesini bozmaya anca yetmişti. İri kuş kanatlarını açarak dengesini tekrar sağladı ve uzaklaştı. Uzanabileceği mesafenin dışında durarak kanatlarını katladı ve gözlerini tekrar can çekişen kurbanına dikti.
Z'yi deliliğin eşiğinden atlatan, akbabanın yıkılmaz sabrı oldu. Susuzluk yüzünden şişmiş dudakları, kızgın güneşin ışınlarıyla çatlamış, kanı çenesine kadar akmıştı.. Yarı delirmiş bir halde kuşa saçma sapan sözler haykırdı. Akbabanın tek hareketi, ışıldayan gözlerini kırpıştırmak oldu. Z, çılgınlığın etkisiyle son çaresi olan sopasını hayvanın başına fırlattı. Dal, tüyleri üzerinden sekip düşerken akbaba kanatlarını kaldırıp gıcırtıya benzer sesler çıkardı. Sonra kanatlarını tekrar katladı ve sabırlı bekleyişine kaldığı yerden devam etti.
Güneş en tepe noktasına vardığında Z sayıklıyor, Tanrı'ya, Şeytan'a ve sabırlı kuşa küfürler yağdırıyor, anlamsız sözler haykırıyordu. Tırnakları kırılıp parçalanana dek yerden kum ve tozları kazıyıp hayvana fırlattı. Susuzluğunu bir nebze giderir umuduyla kanayan parmak uçlarını emdi ama toprak, şiş dilini kütük gibi yapmıştı.
Oraya gelirken geçtikleri dereyi düşündü, ama dere, yaklaşık bir kilometre geride kalmıştı. Artık doğru düzdün işlemeyen zihninde çağlayan soğuk suların hayali belirince heyecanlandı ve ağacın korunak sağlayan gövdesinin dibinden ayrılarak kayalık zemin üzerinde, geride bıraktıkları dereye doğru sürünmeye başladı.. Ayakları sert arazide peşinden sürükleniyordu. Kısa bir süre sonra kılıç yaraları tekrar açıldı ve kanamaya başladılar. Kan kokusu alan akbaba, gıcırtılı bir çığlık atarak Le'nin peşi sıra ilerlemeye başladı. Yüz adımdan kısa bir mesafeyi kateden Z, kendi kendine, "biraz dinleneyim," dedi. Başını koluna dayadı ve bilinci kayboldu. Hissettiği acı onu kendine getirdi. Sanki sırtına bir düzine mızrak başı saplanıyordu.
Akbaba, kürek kemikleri arasına tünemiş, sivri tırnaklarını derisinin altına geçirmişti. Başını eğip keskin gagasıyla Z'nin gömleğini yırtarken dengesini korumak için kanatlarını çırpıyordu. Sonra gagasını çıplak ete geçirerek uzun bir şerit kopardı.
Z canhıraş bir çığlık attı ve kuşu vücudunun ağırlığıyla ezme niyetiyle kendini geriye doğru savurdu, ama akbaba, kanatlarını çırparak birkaç adım ötede yere kondu.
Görüşü bulanıp dalgalanmasına rağmen kuşun etini yuttuğunu, boynunu uzatıp gövdesine indirdiğini görebildi. İri kuş sonra tekrar ona döndü ve gözünü kırpmadan bakmaya başladı.
Tekrar bayılmasını beklediğini biliyordu. Oturdu ve bilincini kaybetmemek için bağırmaya, şarkılar söylemeye, ellerini çırpmaya başladı, ama sesi yavaşça anlaşılmaz bir mırıltıya döndü, kolları düştü ve gözleri kapandı.
Tekrar kendine geldiğinde, benliğini saran acının yoğunluğuna inanmakta güçlük çekti. Çırpılan kanatların yarattığı rüzgârı başının etrafında hissedebiliyordu. Sanki göz yuvasına çelik bir kanca sokulmuş, beyni göz boşluğundan dışarıya çıkarılıyordu.
Artık çığlık atacak gücü kalmamıştı. Güçsüzce sırtüstü dönerek gözlerini açmaya çalıştı, ama kör olmuştu. Yüzünü bir perde gibi örten sıcak kanı hissedebiliyordu. Sağlam gözü, burun delikleri ve ağzı kanla doluyordu. Neredeyse boğulacaktı.
Her iki elini birden kaldırıp kuşun pullu boynunu yakaladı ve hayvanın gagasını göz yuvalarından birine sokmuş olduğunu anladı. Göz sinirlerinin bulunduğu lastiksi kordonun ucundaki göz küresini çekiştirerek çıkartmaya çalışıyordu.
Her zaman gözlere saldırırlar, diye düşündü direnci kırılıp pes ederken. Ellerini kaldırmaya gücü kalmamış, kör olmuş halde yatarken kuşun yakınlarda bir yerde göz küresini yuttuğunu duydu. Diğer gözüyle bakmaya çalıştı, ama gözüne dolan kan görüşünü perdeliyordu ve kırpıştırarak kurtulamayacağı kadar yoğundu. Sonra kanatların tekrar başının etrafında çırpıldığını hissetti. Son hissettiği, keskin gaganın kalan gözünün derinlerine dalışıydı...
Gözlerini hırs bürüyen, onu orada bırakanlar mı insandı; yoksa gücünün tükenmesini sabırla bekleyerek, doğası gereği davranan akbaba mı vahşiydi?
Hayvanları, vahşi olarak görür, kötü bir davranış karşısında, "hayvan" kelimesini sarf etmekten geri durmazken; "insan", olunduğunu; insanın, doğası gereği davranan hayvandan bile vahşi olabileceğini unutuyoruz.
İnsan, olunur.
Eğitimle, görgüyle, terbiyeyle, isteyerek ve özenle; insan olunur. İnsan olmaktan uzaklaşanın, "hayvan" olarak nitelenilmesi; hayvanlara hakarettir, diye düşünüyorum. Sizce de öyle değil mi?
Afrika'yı, tarih ve macerayla birleştirerek aktaran Wilbur Smith kitaplarına ilgimden bahsetmiş, "Yırtıcı Kuş" ve "Muson Yağmurları"nın Wilbur Smith'in en beğendiğim kitaplarından olduğuna, "Kitap Fuarı İzlenimleri" yazımda değinmiştim.
Mavi Ufuklar; "Yırtıcı Kuş" ve "Muson Yağmurları"ndan sonra, genç kuşak Courtneylerin Afrika'daki maceralarının anlatıldığı, devam kitabı.
Mavi Ufuklar'da, insan olmanın sınırlarında dolaşırken hırs, öfke, aşk; 1700'lerin Afrika'sında, pek uzağınızda olmayacak.
Özellikle, böylesine güzel kitaplar söz konusuysa; çevirinin yavanlığı benim için büyük bir üzüntü sebebi oluyor. Fakat, Mavi Ufuklar; Altın Kitaplar'dan, Canan Kim çevirisiyle yayımlanmış ve okurken Wilbur Smith'in zengin betimlemeleriyle, kendinizi maceranın tam ortasında bulduğunuz o akıcı anlatımından da mahrum kalmıyorsunuz.
Yaptığım alıntının itici gözüktüğüne bakmayın. O sadece, kitabın etkileyici, tutkulu, zihinsel açılımlara sürükleyen kurgusundan minik bir kesit.
Günümüzde artık, gazetelerde rastladığımız o üçüncü sayfa haberlerinin sayısı ve içeriğinin, maalesef o kadar farklı seviyelere gelmiş olduğunu görüyoruz ki; nasıl insanlarla bir arada yaşadığımızı dehşetle görüp, şaşırmamak mümkün olmuyor (evet, bu kısım biraz da, bir hata yaparak izlediğin tv'deki sabah haberlerinin etkisiyle yazılmış olabilir). Düşünüyorum, acaba bu insanlar biraz kitap okuyan insanlar olsalardı, içinde bulundukları durumdan farklı çıkış yolları bulabilecek zihinsel beceriye sahip olmazlar mıydı ve sonradan bizi dehşet içinde bırakan öylesi sahneleri yaratmaktan kendilerini alabilirler miydi?
Oysa, vahşi bildiğimiz bir akbaba bile, yiyeceğine gösterdiği sabır, saygıyla ne kadar takdir edilesi bir durumda.
Böyle bir alıntıyla, hem "insan olmak" konusuna fırsat bulmuşken vurgu yapmak; hem de leziz bir kitaptan bahsetmek istedim.
Zevkle okuyacağınız ve kitaplığınızdaki varlığından keyif alacağınız bir Wilbur Smith kitabı, Mavi Ufuklar; kendinizi böyle bir maceradan mahrum bırakmayın, edinin, "Yırtıcı Kuş" ve "Muson Yağmurları" sonrasında okuyun ve arzu ederseniz, düşüncelerinizi benimle paylaşın, tavsiyemden memnun kaldığınızı öğrenmekten sevinç duyarım :)
Bitirirken dip not: Bilmiyorum, kitap okurken satır altlarını çizmekten hoşlanır mısınız? Ben genelde kitap üzerine minik işaretlemeler yaparak, daha çok kâğıtlara not alma taraftarıyım. Fakat, blogumda minik bir ayarlama yapıp, fosforlu kalemle yazıların üzerini çizme efekti kazandırdım. Okurken, kalınan yeri belirlemek böylece daha kolay ve eğlenceli olabilecek. Blogda, mouse'u herhangi bir yazının üzerinde sürükleyip, yazıyı seçili hâle getirdiğinizde, şu an neden bahsettiğimi (tabii, eğer bir Firefox kullanıcısıysanız, Ie6 bu değişikliğime kör kaldı maalesef) görebileceksiniz.
Kitaplarin altını, ustunu veya her hangi bir yerini cizmem ama bu fosforlu kalemle yazıların üzerini çizme efekti cok iyi olmus :)
YanıtlaSil:) teşekkür ederim, beğenmene sevindim. blogumun sadeliğini bozmadan, eğlenceli bir renk katacağını düşündüm; firefox, ScrapBook eklentisiyle istediğimiz sayfalar üzerinde işaretleme, not alma gibi kişiselleştirmeler yapabiliyoruz, bu fikir ordan aklıma geldi.
YanıtlaSil