Minik Bir Ara


Temmuz ayında, Ay gürünümleri böyle olacakmış.

Tatil için minik bir ara veriyorum, bu süre zarfında elektromanyetik alanlardan olabildiğince uzak kalmak gibi bir düşüncem var;
9 Temmuz'a kadar blogumda yeni bir yazı yayımlanmayacaktır. Fakat bu, ben yokken arada oyuncak blogumu ziyaret edip, arşivdeki yazılarıma ilgi göstermenizi engellemesin lütfen.

Blogumun yalnız kalıp, ilgisizlikten sıkılmasına izin vermeyeceğinize inanıyorum. Uğramışken,
'keşfetmek için bak' bağlantılarımdaki bloglarla, birbirinden görülesi dünyalara yolculuğa çıkabilir; Blograzzi marifetiyle blogumu favorilerinize ekleyip, blogumla ilgili düşüncelerinizi orada yorum olarak bırakarak da ilginizi gösterebilirsiniz.

Görüşmek üzere... Sevgiler...

Blograzzi (Beta) Blogosferde Gelişiyor

Kullanıcılarıyla birlikte gelişme arzusundaki blog listeleme sitesi Blograzzi; Türk internet kullanıcısının, Blogosferde ilgi alanına uygun içeriğe kolayca ulaşmasını sağlayacak bir servis olarak, yakın zamanda 'beta' yayınına başladı.

Webrazzi'den sonra, Arda Kutsal imzalı projelerden biri olmasıyla dikkatimi çeken
Blograzzi'ye, yirmi gün kadar önce üye olup, içeriği ve gelişmeleri gözlemledim. Şimdi, bu gözlemler ışığında rahatça Blograzzi'den bahsetme hakkını kendimde görebiliyorum.

Benim gördüğüm;
Blograzzi'nin iyi bir fikirle yola çıkmış, gelişime açık bir proje olduğu. Geçen zaman zarfında, yıkıcı eleştirilere maruz kalmasını, 'beta' aşamasında olduğunun idrak edilememesine bağlıyorum.

Technorati, Vodafone karışımı bir çağrışım yüzünden; herkes gibi önce Blograzzi'nin özgün bir logo ve renk kullanımı olmaması beni düşündürmüştü. Acaba, bir hevesle üstünkörü hazırlanmış bir Technorati uyarlaması mı, diye düşünmüştüm.

Sistemin nasıl işlediğini kullanıp gözlerken, menü kullanımlarında karşılaştığım sorunları ve gördüğüm eksikleri bildirdiğimde;
Blograzzi'nin yazılım ve veritabanı altyapısını geliştiren Inveon'dan; hemen ertesi gün, gerekli düzeltme ve modernizasyonun yapıldığı haberlerini aldım. Eksikleri, fark edilen hataları yanında; arkasında bunları gidermeye ve projeyi geliştirmeye istekli bir ekibin olduğunu görmek memnunluk vericiydi.

Tunç Kılınç'ın Fikir Atölyesi'nde, 'İş Fikirlerini Hayata Geçiren Bir Başka Türk: Arda Kutsal' başlıklı yazısında ve Blog Kazanı'ndaki 'Blograzzi çok yakında para da kazandıracak (1), (2), (3)' yazı dizisinde Arda Kutsal'ın açıklamaları; sizin de aklınızdaki olası sorulara cevap bulmanızı sağlayacaktır.

İlgili yazılardaki haberlerden biri de; logo ve renk kullanımının, 'beta'ya özgü olduğu ve orjinal başka bir temanın hazır olduğu, haklı olarak 'beta' seviyesinden çıkıldığında kullanıma geçirileceği yönünde...

Sıralama, listeleme, yorumlama, favorilere ekleme ve daha fazlasıyla; Türk İnternet kullanıcıları ve Bloglar için işlevsel, yeni güzel bir oyuncak olan Blograzzi'nin; blogumu sayıp, seveceğine; ilgi ve destekle Blograzzi'nin daha iyi seviyelere geleceğine inanıyorum.

Favorilerinize ekleyerek, puan vererek, yorum bırakarak;
Blograzzi'de benim bloguma da geri bildirimlerde bulunabilirsiniz. 'Yorum Takip', 'Favorilere Ekleyenler' araçlarından; blogumun sağdaki navigasyon menüsünün altına eklediğim 'Favorilere Ekleyenler' takip aparatıyla, blogumla ilgilileri de blogum üzerinden görebilmiş olacağım.

Siz de bogunuzu Blograzzi'de sahiplenin ve destekleyerek, gelişmeleri beraberce gözlemleyelim.

Last.fm Artık Türkçe

Yakın zamanda, Last.fm'in Türkçe arayüzü ile hizmete geçme hazırlıklarında olduğu haberini almıştık.

Dünya’nın en büyük müzik tabanlı sosyal ağı, Last.fm;
www.lastfm.com.tr adresinde artık Türkçe hizmete başladı.







Lastfm'in yeni Türkçe içeriğini test ederken, blogda her hafta paylaştığım hafta sonu müziğini, bu defa Lastfm marifetiyle sunmaya karar verdim.

Lastfm'de, 'Ciciler' başlığından ulaşılan 'Radyo Çalar' ile; sevdiğimiz bir müziği yazdığımızda; seçtiğimiz o müzik benzeri müzikleri Lastfm veri tabanından bulup, çalan bir radyo yaratmış oluyoruz.

Sevdiğim gruplardan biri olan '
Maroon 5'ı seçtim, bunun için.

Yandaki
Lastfm Radyosu ile, 'Maroon 5' benzeri güzel müzikleri dinleyebileceğiz. Her tercih için çok seçenek sunamasa da, Maroon 5 benzeri güzel müzikler yakalamada başarılı olduğunu söyleyebilirim.

'
Maroon 5'i referans alan Lastfm ile, minik bir maceraya girmeye ne dersiniz? İyi dinlemeler :)

(23/06/07, linkler editlendi)

Rekabet Stratejisi Hürriyet'i!

Bugün beni gülümseten haberlerden bir diğeri de; Hürriyet Gazetesi'nin aldığı ve marifetmiş gibi duyurduğu o önemli(!) karardı.

'Kadın teşhirinin rekabetini reddediyoruz' başlıklı haber, sunuş şekli ve gazetenin bu güne kadarki bildik tutumuyla, sizin de dikkatinizi çekmiştir.

...Biliyoruz ki internet siteleri eğer haber verecekse yalnızca haber vermelidir.

Biliyoruz ki internet sitelerine girebilmek çok kolaydır. Yarı pornografik ve kadın teşhirine dayanan üstelik hiçbir haber değeri olmayan fotoğraflara ne yazık ki çocuklarımız da kolayca ulaşabilmektedir...

Bunun için de kaldırıyoruz...
diyerek, sizce de ilgili gazete, bir anlamda bu güne kadar yarı pornografik yayın yaptığını kabul etmiş ve bu günden sonra bunu daha kontrollü yapacağını belirtmiş olmadı mı?

Hürriyet gazetesi'nin minik bir öngörüstratejik bir yaklaşımla birleştirip, attığı adımla diğer gezeteler arasında kahraman yerine kendini koyması, sizce de düşündürücü ve komik değil miydi?

Balık hafızası sahibi ve muhakeme yeteneği fakiri okuyucuların varlığına inanç ancak, gözükülmeye çalışılan bu yeni saygılı(!), onurlu(!) gazetecilik duruşundan etkilenip, gurur duyulabileceğini düşündürtmüş olabilir, diye düşünüyorum. Zira bu kararları alanla, eleştirdikleri daha önceki yayını benimseyen, aynı gazete.

Anımsarsınız, özellikle çocukların cinsel istismarı ve müstehcenlik içeren sitelerle mücadele için, 5651 sayılı ''İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun' ivedilikle çıkarılmıştı.

'5651, Yasalaşan Yeni İnternet Kanunu ve Zihnimdeki Soru İşaretleri' başlıklı ve '5651, İnternet Kanunu Onaylandı' başlıklı yazımda, bu yeni İnternet Kanun'u ve getireceklerinin altını çizmeye çalışmıştım.

22 Mayıs'ta Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan, yeni İnternet Kanun'u;
Cumhurbaşkanı'nca onaylandığı an itibariyle, altı ay içinde; kanunun nasıl uygulanacağına açıklık getirecek çıkacak ilgili yönetmelikle, gereken düzenlemelerin yapılmasını gerektiriyor. Altıncı aydan itibaren, bu kanuna uymayan içerik, cezai yaptırıma tâbi olacak.
Lütfen bana söyler misiniz, haber sitelerini okurken, içeriğinde sunulan resimler hiç o müstehcen diye engellenmek istenen bir kısım siteleri aratıyor mu? Dikat ederseniz 'magazin' siteleri demiyorum, 'haber' siteleri diyorum ki gazetelerimizin internet sitelerinde de aynı durum söz konusu. Çocukların, gazetelerin internet sayfalarını kullanmasını nasıl önleyeceğiz?
diye serzenişte bulunmuştum, İnternet Kanunu'ndan bahsettiğim yazımda.

Tabii ki, gazetenin gittiği değişiklik iyidir, olması gerekendir ama, bu şekilde, gitmek durumunda kaldıkları değişiklik üzerinden pirim yapmaya çalışmaları ne kadar doğrudur?

Sizin için bakın şunu şunu da yaptık diyerek, yapılan değişiklik haberleri arasında, bunu usturuplu bir şekilde bildirince; geçmişteki yayıncılık anlayışlarını unutmuş mu olacağız?

İlgili gazetenin, terk ettiğini söylediği yayın tarzının; yurtdışındaki bazı firmalar ve internet servis sağlayıcıları tarafından bile filtrelenmelerine neden olması da konunun manidar diğer bir tarafı...

"Aziz Nesin'in, '%60"ına güvenen(!), bir rekabet stratejisi Hürriyet'i, kabul edilebilir mi?

Söylenecek daha çok şey var ama, Hürriyet Gazetesi'nin aldığı kararı doğru bir şekilde uygulayabilmesini diliyorum.

Gazete'nin tavrını kutlayan bünyesindeki ilgili yorumlardansa; hak verdiğim ilgili başka yorumları da okumanızı isterim.

BlackBerry'e Pirinç Tedavisi


Zor bir anda, eldeki bilgilerimizle en ideal çözümü bulabilmeyi gerektiren yaratıcı zekânın işlediği durumlardan birine örnek; Teknolatte'de denk geldiğim bu haber, akşamüstü beni gülümsetmeyi başardı.

Cep telefonlarımızın başına her gün farklı komik durumlar gelebiliyor. Bunlardan en kötüsü de suya, tuvalete ya da yemeğinizin içine düşmesi olsa gerek.

Islanan telefonunuzu, saç kurutma makinesiyle kurutmayı denemek en olası yol. Fakat, Washington Post yazarlarından Ernesto Londoño'nun aklına işe yarar başka bir yol daha gelmiş.

Londoño, tuvalete düşen BlackBerry cihazını çıkarıp yaklaşık yarım saat saç kurutma makinası ile kuruttuktan sonra, cihazı içi pirinç dolu kavanoza koyarak sabaha kadar burada tutmuş. Sabaha kadar bu şekilde tutulan telefon, sabah olduğunda yeniden çalışmaya başlamış.

Bisküvileri bayatlamaması için yanına kesme şeker tanesi koyarak, kapalı kaplarda saklamak gibi; tuzlukların içine, tuzun nemini alması için birkaç pirinç tanesi yerleştirmek de mutfakla ilgili püf noktalarındandır.

Pirincin nem alma özelliğini, BlackBerry'e uyarlamak; yaratıcı güzel bir fikir olmuş, sizce de öyle değil mi?

(İlgili haber başlığına,
Teknolatte üzerinden erişilebilir.)

1579'dan Genele; Teknoloji, Değerler...

1979 yılında kurulan TÜBİSAD, Türkiye'deki bilişim şirketlerini kapsayan en büyük sivil toplum kuruluşudur. Yaklaşık 180 bilişim firmasının oluşturduğu TÜBİSAD üye grubunun temsil ettiği işlem hacmi, Türkiye bilişim sektöründe %95'in üzerinde bir paya sahiptir.

TÜBİSAD, bilişim sektörünün ekonomide hak ettiği yeri alması ve ülkenin rekabet düzeyinin yükseltilmesi için; eğitim ve istihdam, yerel katma değer üretimi, teknolojik gelişmeler, hukuksal ve kurumsal altyapının oluşturulması, sektörün ve pazarın büyümesi ve güçlenmesi, bilişim sektörüne yönelik standartların oluşturulması ve yerleştirilmesi, sektörün ve Türkiye'nin AB ile bütünleşmesi gibi konularda çalışmalar yapar.
Türkiye Bilgi İşlem Hizmetleri Derneği (TÜBİSAD) ve ekolay.net katkılarıyla; Prof. Dr. Yılmaz Esmer, Türkiye'deki değerlerle bilişim teknolojilerinin kullanımı arasındaki ilişkiyi araştırdı.

Türkiye genelini temsilen 1.579 kişi ile yüz yüze görüşerek yapılan araştırmada, örnekleme dahil olan 41 ilde yaşayan 15 yaş ve üzerindeki deneklerden bilgi toplanmış.

Araştırmada, bilişim teknolojileri konusundaki tutum ve davranışlar ile, bunlarla bireyin demografik özellikleri ve Türk insanının sosyokültürel değerleri arasındaki ilişkiler irdelenmiş.

Araştırmaya katılan öğrencilerin neredeyse tamamının cep telefonu kullandığı ve gençler arasında özellikle büyük oranda kontürlü telefon tercih edildiği ortaya çıkmış.
Evinde PC olanların oranı %26.
Hayatında bir kez de olsa İnternet'e bağlananların oranı %39.
Hanesinde İnternet kullanan en az bir kişi olanların oranı %51.
Çalışıyorsa, işinde kullanabileceği İnternet bağlantısı olanların oranı %38.
15 yaş üzeri her 10 öğrenciden 9'u bir kez de olsa İnternet'e girmiş.
Üniversite mezunlarının %17'si hayatında İnternet'e hiç girmemiş.
İnternet kullananların komşu olarak başka ırktan birini istememe oranı %16, İnternet kullanmayanlarda bu oran %38.
İnternet kullananların komşu olarak başka dinden birini istememe oranı %18, İnternet kullanmayanlarda bu oran %42.
İnternet kullananların komşu olarak oruç tutmayan birini istememe oranı %16, İnternet kullanmayanlarda bu oran %39.
İnternet kullananların ilk tanıştıkları kişiye güvenme oranı %16, İnternet kullanmayanlarda bu oran %15.
İnternet kullanım sonuçlarını buraya da almak istedim. ('Değerlerimiz, Teknoloji Kullanımımızı Nasıl Etkiliyor?' başlığından diğer ayrıntılara bakabilirsiniz.)

Tabloya birkaç açıdan bakıp, düşünelim istiyorum.

Değerler ve bilişim teknolojilerinden sizin de anladığınız; internet ve cep telefonu ile ırk ve din durumu mu?

1579 kişiyle nasıl bir genelleme yapılabilir?

TÜBİSAD,
5651 sayılı, Elektronik Ortamda İşlenen Suçların Önlenmesi Kanun'u çıkarken de bu zihniyetle mi duruma yaklaşmıştı?

Türkiye'de İnternet kullanımı; 12 Nisanda, 14. yılını doldurdu. Bu araştırmanın amacını bir tarafa bırakıp, sadece İnternet'le ilgili çıkan sonuçları doğru kabul edip değerlendirirsek; 15 yıl gibi bir süre zarfında bu rakamlara ulaşabilmiş olmamız yeterli mi sizce?

İngiltere, 2012 Londra, Yaz Olimpiyatları Logoları



Hayır, sizi
hipnotize etmeye çalışmıyorum.

Gördüğünüz resim; 1972, Münih Olimpiyatları logosu (ilgilenecekler için, ebay'da orijinal rozetini bulmak bile mümkün).

Bir süredir 2012 Londra Yaz Olimpiyatları logosu üzerinde kritikler dönüyor. 400 bin sterlinlik faturası, sebep olduğu epilepsi krizleri, logoyu beğenmeyip yeni logolar üretenler...

Hani bıraktık, Londra'yı simgeleyen bir şeyler aramıyoruz bile. Evet, (2'lerin formu bile birbirine pek uymuyor ama) logodaki şekillerden zorlayınca 2012'yi ya da çağrıştıracak bir şeyleri yakalamak mümkün. Ama, size de 2012 Londra Yaz Olimpiyatları logosu; pek etkileyici ya da davetkâr gözükmüyor, öyle değil mi?

Okul öncesi bir çocuğun elinden çıkma, tangramdan bozma gibi duran bir logoyla, acaba Wolff Olins, kibirli bir cesaret yanında ne amaçlamış olabilir ki, diye düşünmeden edemiyor insan.

Anımsarsınız, 2007
Eurovision yarışmasında İngiltere'yi Helsinki'de, dört kişiden oluşan bir grup olan Scooch, 'Flying the Flag' adlı şarkılarıyla, temsil etmişti.

Scooch sahne şovu tam bir havayolu şirketi reklamı gibiydi. Mavi kıyafetli hostesler, uçakta kabin atmosferinde yolcuları nasıl rahat ettirdiklerinin mizanseni, arkada ışıklı panolardan, ekrandan geçen uçak resimleri...



İngiltere'nin Eurovision'a yaklaşımının yorumu;
senelerdir katıldıkları bir yarışma olduğu için, artık önemsemedikleri ve işi tamamiyle şova döktükleri yönündeydi.

Eğlenceli bir müzik eşliğinde İngiltere, sizce de 2007 Eurovision Yarışmasındaki süresini, havayolları için iyi bir reklam yaparak kullanmışa benzemiyor mu? Dünya televizyonlarında aynı anda yayınlanan, yerini bulan güzel bir reklam...

Eurovisiona gösterdikleri yaklaşım, 2012 Olimpiyatları'nda da kendini hissettirmiyor mu? Bana öyle geliyor. Zira ne logolarını ne de web sayfalarını beğendiğimi söyleyemem.
2012 Yaz Olimpiyatları'na evsahipliği yapacak Londra, oyunların logosunu tanıttı. Görsel anlamda Londra'ya veya atletizme atıfta bulunmayan logo, kamuoyunda tepkiyle karşılandı.
Belki İngiltere'nin görünen bu tutumu, bir doygunluk sonucu ulaşılan umursamazlığın, önemsemezliğin izlerini taşıyordur. Bu benim işim değil tabii,
duruma sosyolojik ya da toplum bilimi açısından, yerinde daha anlamlı yorumlar getirenler olacaktır.

Belki de, söz konusu İngiltere ve beklentilerimiz de dolayısıyla fazla olduğundan, kendi kendimizi hayal kırıklığına uğratıyoruz...

En kötüsü gibi dursa da, aslında beğenmediğimiz 2012 logosu benzeri başka logolar da olduğuna konuyu bağlayıp, bitiriyorum.

Geçmişten Günümüze Olimpiyat Logoları başlığından, diğer logolara da bir bakın lütfen.

2012 Londra Yaz Olimpiyatları web sitesi, blogu.

NoIndex, FeedFlare ve Sploglar

FeedBurner, NoIndex

Feedlerimi Nasıl Yönetirim? yazısında; blog Feedlerimin, Google aramalarında içerikten önce listelendiğini fark ettiğimden ve buna bir çözüm getirmeye çalıştığımdan bahsetmiştim.

Blog Feedlerini FeedBurner'a yönlendirip, FeedBurner ayarlarından NoIndex'i aktiflemem; Google aramalarında hiç olmazsa blog Feedlerimin içerikten önce üst sıralarda çıkmasına engel olmuş gibi gözüküyor.

FeedBurner, FeedFlare

FeedBurner'a uğramışken, içeriğin işaretlenmesini ve paylaşılmasını sağlayan FeedFlare özelliğini de aktifledim.

Böylece, her post(gönderi)nin altında göreceğiniz;
"Add This", "Bağ-kur", "linkibol'una ekle"
linkleri ile, kolayca beğendiğiniz ya da anımsamak istediğiniz konuları işaretleyip, paylaşabileceksiniz.

FeedBurner, bu özellikleri, blogu
RSS üzerinden takip ederken de kullanabilmemize imkân tanıyor.

RSS'imizi Sömüren Sploglar, İçerik Hırsızları

Yakın zamanda, Pazarlama blogu yazarı Cengiz Çatalkaya'nın, çekinmeden içeriğini kopyalayan bir splogla mücadelesine tanık olmuştuk.

Kopyalama olayı Utanç Duvarı blogunda yayınlanmış ve izinsiz kopyalanan içerikler, muhtemelen Google Adsense’ye şikayet sonrası kaldırılmıştı.

Utanç Duvarı blogunun, bu anlamda çıkan sorunlarda yardımcı olacağına inandığımdan, linkini banner'ıyla beraber bloguma yerleştirip, destekliyorum.

İçeriğinizin izinsiz kopyalandığını fark ettiğinizde,
Utanç Duvarı'nı kullanın. Tavrınızı ortaya koyun. Bu tarz oluşumlar sayesinde bloglarımızı koruyabiliriz.

Karalama Defteri'nden, blogundaki yeni düzenleme sonrası
'feedburner'ı 'özet' değil de 'tam metin' olarak feedleri sunacak şekilde ayarlamanız mümkün mü'
diyerek, RSS'ini tam açmasını rica etmiştim. Kendisi de sploglar'ın içerik hırsızlığından söz etmiş, yine de RSS'ini tam açmıştı...

Sonrasında ona yazdığım cevabı buraya da alarak, konuya burada da bir kez daha değinmek istedim.
hımm... evet Sploglar RSS'ten tüm içeriği çekip haksız yere Google AdSense reklamlarıyla kazanç sağlıyorlar, bundan ben de çok rahatsızım.

FeedBurner marifetiyle, RSS yayınına 'bu blog tarafıma aittir, içerik izinsiz alınamaz' gibi bir yazı iliştirilebiliyor. Bu, blog üzerinden değil, RSS üzerinden görünebiliyor. Dolayısıyla da RSS içeriğini çeken mekanizmalar o eklediğiniz notu da çekip yayınlıyorlar, böylece kopyacılara bir anlamda izin vermediğiniz kendi alanlarında da görüntüleniyor.

Buna karşı bir de RSS üzerinden reklam yayınlamak gibi, karşı bir tavıra da girilebilir.

RSS'i çeken mekanizmalar ister istemez kendi yayınladıkları alanda RSS'le beraber o reklamınızı da yayınlamak durumunda kalacaklar ki, reklam görüntülemek istemeyecekleri için bu, yayınınızı sistemlerinden çıkarmalarını sağlayabilir. Madem onlar benim içeriğimi görüntüleyip para kazanıyorlar, ben de onların alanındaki görüntülenen içeriğimden gelir sağlayarak telafi yoluna giderim, gibi bir mantık oluyor bu.

'RSS'iniz açıksa, çekebilen herkes içeriğinizi çekip kullanabilir' gibi de bir tavır (pişkinlik mi artık bilemiyorum) içinde olanlar var ki, onları hiç anlayamıyorum.

Sploglar yüzünden RSS'imi kapatmak istemiyorum, özet olarak da yayımlamak istemiyorum çünkü, açık olmasını önemsiyorum.

FeedBurner'dan bahsettiğim şeyi de yapmak istemiyorum çünkü, onu yapınca içeriği text'e dönüştürüyor, html modundan çıktığı için RSS'te resimler, paragraf düzeni ortadan kalkıyor...


Sploglardan rahatsızım ama peki ben ne yapıyorum, şimdilik ben de bir şey yapamıyorum maalesef :|

RSS'inizi özet'te tutmak isterseniz sizi anlarım...
Blogla ilgili sorun giderip, iyileştirmeler yaparken fark ettim ki, daha ciddi bir rahatsızlığım var; bu birçok blogger'ın ortak derdi; özgün ve güvenilir içerik üreten blogların içeriğinin, doğrudan veya dolaylı olarak çalınması; içerik hırsızlığı.

Google üzerinde blog içeriğim farklı birçok sayfada indekslenmiş olduğuna denk geldim ki, bunlar hiç bilgi dahilimde olan yerler değildi. Hatta öyle tuhaf durumlar söz konusu ki, şaşırayım mı güleyim mi bilemedim. Örneğin, bu sploglar; blogumun içinden, hiç ilgisiz iki kelimeyi (adres+kızlar) biraraya getiriyorlar ve sanki
(msn+kız+adresleri) öyle bir içeriğe sahipmişim gibi, oltaya gelecek bilinçsiz kullanıcıları bloguma yönlendiriyorlar, tabii arada da kendi siteleri üzerinden sanki çok faydalı bir iş yapıyorlarmış gibi, reklam geliri elde etmeye çalışıyorlar!

Kendi blogum üzerinden, reklam geliri elde etmek gibi
hiçbir tasarrufum bulunmazken; başkalarının bunu blogum üzerinden pervasızca yapmaya çalışmasının yarattığı rahatsızlığı, tahmin edebileceğinizi sanıyorum.
Splog nedir?

Geçmişi 2002 yılına kadar uzansa da 2005 ağustosunda Weblogs Inc. yatırımcılarından Mark Cuban’ın kullanımıyla popülerleşen spam blog’lar günümüzde arama sonuçlarında sıkça karşımıza çıkarak arama deneyimimizi olumsuz etkiliyor, zamanımızı çalıyor dolayısıyla bilgiye erişimimizi güçleştiriyor.

Blogküredeki oranı yüzde seksenlere kadar ulaşan spam bloglar (splog) genellikle reklam geliri elde etmek ve google’ın arama algoritmasında önemli bir yer tutan Page Rank değerlerini artırmak için hazırlanıyorlar (hazırlanıyordan kasıt sadece bir kaç tık). Splogların sayısı o kadar çok ki blogkürenin içinde bir de splogküre (splogosphere) barındırdığı, weblogs.com‘u pingleyen blogların yüzde yetmiş beşinin splog olduğu söyleniyor. Blogların bu kadar popüler olmasına ön ayak olan blogger üzerindeki her beş blogdan birinin spam amaçlı yapıldığı da splog konulu araştırmalarda yer alan bilgiler arasında.

Splogları üretim açısından ikiye ayırmak mümkün. Bunlardan ilkinde splog sahibi konuları, anahtar kelimeleri ve link verilecek siteleri belirleyerek otomatik bir içerik üretiyor. İkincisi ise belirlenen sitelerin (genellikle bunlar çok okunan siteler arasından seçiliyor) rss kaynaklarını kullanarak diğer sitelerdeki içeriği olduğu gibi kopyalıyor.(*)
RSS Yayınını Açık Tutmanın Önemi

RSS ile blogları takip ettiğimden ve blog Feedlerinin tam metin olarak görüntülenmesini önemsediğimden, her fırsatta bahsediyorum.

Özellikle bloglarda, RSS yayınlarını özette tutmak; seri şekilde yeni içeriğe ulaşmak isteyen ilgili blog takipçilerinin, takip ettikleri birçok blog arasında içeriğinize yeteri ilgiyi gösterememesine yol açıyor.

Bloglarken amaçlardan biri de içeriğimizin ilgililere rahat bir şekilde ulaşmasıysa; bunu sağlayanlardan biri de RSS yayınımız. Feedlerden içeriğe (yazılara ve yorumlara) erişen takipçiler, ilgileri doğrultusunda, bloga giriş yaparak yorum bırakabildiği gibi, blogunuzun diğer bileşenleriyle de ilgilenebilirler...

RSS kullanımına arada güncel, güzel bir örnek de vermek istiyorum.
Semih Saka, blogunda bahsetmiş; artık RSS ile rahatça sanal muhtıra takibi bile yapabileceğiz.

TSK'nın geceyarısı sanal muhtıralarını kaçırmak istemeyenler; TSK'nın RSS adresini [feedyes.com/feed.php?f=iO0D71lJj8UB28A7 (denedim çalışıyor)], RSS Readerlar'ınıza eklemeyi unutmayın. (RSS linki görünürde olmayan yerler için; FeedYes ile, RSS linki üretilebiliyordu.)

Bir taraftan kendi ve takipçilerinizin yararı için RSS yayınımızı açık tutarken, diğer taraftan da maalesef birkısım zekâ sahibinin(!) çıkarcı tutumuna kurban oluyoruz.

Okyanus Ötesi, 'RSS Beslemenizi Özgürleştirin' yazısında haklı olarak RSS'leri tam yayınlamanın önemine değinmişti.

Ceyhun Aksan da 'RSS üzerinden Reklam Yayınlamak' yazısıyla, Sploglara bir ihtimal mani olacak, yararlı bir uygulamadan bahsetmişti.

'Blog Küreyi Sploglar Bastı' yazısında da konuya değinilmişti.

Sploglara karşı ne yapılabilir?
Sploglara karşı en etkili yöntem; rapor etmek.
Splogları rapor edebileceğiniz splog reporter ve splog spot gibi servisler var. Bu servisler bildirdiğiniz splogları arama motorlarına ileterek arama sonuçlarından bu blogların çıkarılmasını sağlıyor.(*)
Ben ne yapıyorum; Splogları denk geldiğimde rapor ediyorum. Firefox'un SpamReport eklentisini kullanıyorum.

Bunları yapmak gerekiyor ama, görüyorum ki;
bunlar pek de etkili, işe yarar yöntemler değiler. Belki de, bu duyarlılığa sahip kişi sayısı fazla olmadığı için pek işe yarar yöntemler olamıyorlar.

Sanmıyorum ki, komşunuzun evine giren hırsızı görüp, sessiz kalasınız. En azından, O hırsızın yakın zamanda size de uğrayabileceğini bildiğinizden, birşeyler yaparsınız. İnternette de her dakika yeni fırsatçılar artmaya devam ederken, yapabileceğimiz; sadece
Splogları rapor etmekse, bunu yapmalıyız.

Sploglara karşı başka şeyler de yapılabilmeli!

Bu ülkede yakın zamanda 5651 sayılı bir kanun çıkarıldı. Bu İnternet kanunuyla, belki de özgürce içerik bile üretemeyeceğiz.

5651 sayılı, Elektronik Ortamda İşlenen Suçların Önlenmesi Kanunu'ndan haberdar mısınız?

İçerik üretmede ciddi sıkıntılar yaratacağa benzeyen bu kanunun, yaratılmış olan kaliteli içeriği nasıl koruyacağını çok merak ediyorum!

Geliştirmemiz gereken bir 'İnternet Kültürü' var, diye düşünüyorum. Kendine ve etrafına saygılı insanlar,
örnek olarak bu kültürün yaygınlaşması, gelişmesini sağlayacaklardır.

Kaynak göstermek nedir; alıntı yapmak nedir; umarsızca kopyala-yapıştır yaparak, başkasının emek harcayarak ürettiği içeriği niçin almamalıyızı öğrenmekle yerleşecek bu kültür. Bu kültürün gelişimi, var olan yanlışları ortadan kaldırmakla devam edecek.

Zaman içinde birçok duyarlı blogda, içerik hırsızlığı konu edilmiş, bir bilinç yaratılmaya sağlanmıştı. İçerik hırsızlığına dikkat çekip, üzerimize düşenler konusunda ne kadar bilinç sağlayabilirsek, o kadar kendimizi ve etrafımızı koruyabiliriz diye düşünüyorum.

Bu yazı, hem kendi içeriğimin saygısızca kullanıldığını görmekten duyduğum rahatsızlıkla, hem de olası bu sorunla karşılaşacak olanlara fayda sağlayacağını düşündüğümden yazılmıştır.

Temiz İnternet İçin Google Spam Formunu Kullanalım

(20/07/07'de, görünüm editlenmiştir.)

Farewell, My Lovely

Hımm hmmhmhm hıım hm.. ('Farewell, My Lovely' mırıldanıyorum).

Bugün,
Old Boy Soundtrack'ini çalışırken fon müziğim olarak kullandım. Yine 'Farewell, My Lovely'de takıldım. Her dinlediğimde, sonrasında kendimi böyle mırıldanırken yakalıyorum.

Sıcak bir (İstanbul) öğleden sonra(sın)da dinlendirici, zihin toparlayıcı minik bir araya gereksinenler, serin bir içecek alıp, bana eşlik etmeye ne dersiniz? Güzel bir teklife benzemiyor mu?

(Müziği, box.net marifetiyle üstteki player'a tıklayarak dinleyebilirsiniz. Olası Blogger kazalarından biri olur da
dinleyemezseniz, 'Farewell, My Lovely'e box.net/lyn altından da ulaşmanız mümkün.)

Blogu takip edenler, çalışırken arada dinlediğim müziklerden burada bahsetmeme alışıktır. Olmayanlar için belirtmiş olayım, müzik başlığı altından değindiğim diğer olası fon müziklerime erişebilirsiniz.

Old Boy Soundtrack'indeki 22 numaralı parça,
'Farewell, My Lovely'.

Umuyorum ki filmi izlemişsinizdir, böylece dinlerken filmi anımsayıp, ânınıza daha güçlü bir etki katabilirsiniz. Ama izlemediyseniz bile,
'Farewell, My Lovely' salt kendi başına da o özel etkiyi yaratabilecek güzel müziklerden biri. Ritmine kapılıp, sonuna yaklaşırkenki melodiye kendinizi mırıldanarak eşlik ederken bulursanız, şaşırmayın.

Old Boy'u izleyenlerin arşivinde, mutlaka filmle beraber müzikleri de yer alıyordur ve arada geri dönüşlerle zevkle izlenip, dinleniyordur, diye düşünüyorum. En azından bendeki durum öyle...

Yine de, Old Boy Soundtrack'indeki diğer müziklerin de birbirinden güçlü ve etkileyici olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. Zira bir filmde yönetim, senaryo, oyunculuk ne kadar önemliyse; müzik de o kadar önemlidir ve Old Boy müzikleri de o kadar başarılı.

Old Boy'daki müzikler; atmosferi yakalamanızı ve siz dehşet içinde filmi izlerken, onlara sığınıp az da olsa huzur bulabilmenizi sağlıyor.

Güney Kore Sinemasına ilgimden bahsetmeye başlamış ve arkasını getirecek zaman bulamamıştım. Şimdi siz
'Farewell, My Lovely' dinlerken, ben de arada Old Boy ve Chan-wook Park'tan bahsederek, o konuya devam etmiş olayım.

Chan-wook Park, tarzına hayran olduğum yönetmenlerden biri. Old Boy, yönetmenin birbirinden bağımsız filmlerden oluşan 'İntikam Üçlemesi'nin (Sympathy for Mr. Vengeance, Old Boy, Sympathy for Lady Vengeance) ikinci filmi ve bir Japon mangasından uyarlanmış.

2004 Cannes Film Festivalinde gösterilmiş ve 'Grand Prix' ödülüne layık görülmüş, e
leştirmenlerden de büyük takdir toplayan Old Boy; IMDB'nin de 'Top 250' listesinde yer almakta...
Karısı ve bebeğiyle mutlu bir hayat süren işadamı Oh Dae-su bir gün evinin önünden kaçırılır. Uyandığında kendini özel yapılmış bir hücrede bulur. Karısının öldürüldüğünü öğrenen Dae-su, 15 yıllık tutsaklığın ardından serbest bırakılır. Oh Dae-su yemin etmiştir. Mutlu hayatını yok eden adamdan intikam alacaktır. Bir Japon lokantasında tanıştığı Mido, intikamını alması için ona yardım sözü verir. Daha sonra ortaya çıkan Evergreen lakaplı bir adam ona 5 gün içinde neden hapsedildiğinin nedenini bulmasını aksi takdirde Mido'yu öldüreceğini söyler. Oh Dae-su, hapsedilmesinin ardındaki gerçeği bulur. Bununla beraber başka bir gerçeği de..
Old Boy'un konusu kısaca böyle. Film, 'İhtiyar Delikanlı' ismiyle ülkemizde de gösterilmişti. Filmin isminin niçin 'Old Boy' olduğunun cevabı ise, Oh Dae-su'nun kendisini 15 yıl kimin tutsak ettiğini öğrendiği anda saklı...

Alttaki alıntı, Old Boy üzerine, yönetmeni
Chan-wook Park ile yapılan bir röportajdan ve yönetmenin bakış açısının neredeyse bir özeti.
İntikam teması ile büyülenmiş gibisiniz. Bunun sebebi nedir?
'İntikam muazzam bir enerji ve tutku gerektiren bir duygu. İntikam peşinde koşan kişi, günlük hayatındaki her zevki bir kenara atmak zorunda. İntikam duygusu başka bir tür zevk getiriyor, ama sonunda bu zevk hiçbir işe yaramıyor. İntikam peşinde koşan kişi amacına ulaşıp intikamını alsa bile, bu uğurda kaybettiklerini geri getiremiyor. İşte intikam duygusunda böyle büyük bir paradoks var. İnsanın bütün enerjisini ve tutkusunu sonunda hiçbir yere ulaşmayan bir olaya odaklaması beni çok çekiyor.'

Oldboy, başroldeki Choi Min Sik ile ilk birlikteliğiniz. Kendisi klasik oyunculuk eğitimi almış biri. Senaryoyu yazarken direk olarak onu düşünerek mi yazdınız?
'Oldboy'u çekmemin ilk sebebi Choi Min Sik'dir. Sorduğunuz soruya gelince, evet senaryoyu yazarken özellikle kendisini düşünerek yazdım. Senaryoda düzeltmeler yapmam gerektiği zaman, kendisinin fikrini aldım ve bunların bazılarını ekledim. Choi Min Sik'in Asya'nın en önemli oyuncularından biri olduğuna ve tarihte çok iyi bir yere ulaşacağını düşünüyorum. Onu Amerikan sinemasından Al Pacino ve Sean Penn'e benzetiyorum.'

Filmin tarzının ve görünüşünün Choi Min Sik'in karışık ve özensiz haldeki saç stilinden geldiğini söylediğinizi okuduk. Bunu bir espri olarak mı söylediniz?
'Saç stilini gördüğüm ilk anda Oldboy'un ne tarzda çekileceğine karar verdim. Düzensiz görünen ve gerçekçilik sınırlarını biraz da olsa aşan bir tarz.'

Kore'nin Kuzey ve Güney olarak bölünmesi ilginç hikayeler ortaya çıkmasında etkili oldu mu?
'Kore toplumu çok değişken, gürültülü, karmaşık, hareketli ve aktif. Kuzey ve Güney olarak bölünmesi sebeplerden yalnızca biri. Kısaca söylemek gerekirse, Kore yaşaması zor ama heyacan verici bir yer. Bu yüzden bu kadar çeşitli filmler çıkarabiliyoruz.'

Bazı aleştirmenler Oldboy'da çok fazla şiddet olduğunu söylediler. Şiddet sizin için ne ifade ediyor?'
'Şiddet insanları yokediyor. Herkes bunun farkında. Benim odaklandığım konu, şiddetin sadece şiddet uygulanan kişiyi değil, aynı zamanda şiddeti uygulayanı da yoketmesi. Esas amacım, şiddet uygulanan kişinin vücudu ile şiddeti uygulayanın kişiliğinin birlikte yokoluşunu seyirciye aktarmak.'(*)
İntikam kötü bir duygu fakat, bir filmde ancak böyle güçlü işlenebilir, diye düşünüyorum. Evet, Tarantino'yu da severim ve Kill Bill'de de gelinin intikamını alışını keyifle izlemiştim ama,
Old Boy'u izledikten sonra, intikam filminin nasıl olacağını gördüm, diyebilirim.

Nefreti, kaybedilişleri, acıyı, sabretmeyi bildiğinizi mi düşünüyorsunuz. Bunu Old Boy'u izledikten sonra bir daha düşünün derim.

Old Boy üzerinde konuşacak çok şey var ama, ben burada film içindeki diyaloglardan birkaç alıntıyla bitiriyorum. Gerisini kendi izlenimlerinizle tamamlayabilirsiniz.

Kullanılan sözler, başlı başına düşündürücü olmakla beraber, alttakiler onlardan sadece birkaçı...
'bir hayvandan daha kötü olsam bile... benim de yaşamaya hakkım yok mu?'

'ha bir taş ha bir kum tanesi... farketmez, ikisi de suda batar...'

'Bana işkence etmeye kalkışırsan kendimi öldürürüm. İntikam mı almak istiyorsun, yoksa gerçeği öğrenmek mi?'

'...Zilimi çaldığım zaman iki kişiliğe bölüneceksin. Birisi sırrı bilmeyen Oh Daesu, sırları bilen ise canavar.
Ben zili tekrar çaldığımda canavar arkasını dönecek ve yürümeye başlayacak. Her adımıyla sen bir yıl yaşlanacaksın. Canavar yetmişe ulaştığında ölecek. Kaygılanacak bir şey yok. Bu çok huzurlu bir ölüm olacak. Şimdi, sana iyi şanslar...'
İzlemediyseniz, mutlaka filmi ve müziklerini arşivinize ekleyin, öneririm.

Keane 'Everybody's Changing'

'Everybody's Changing'; güne başlangıç müziğim oldu, hafta sonu müziği olarak burada yer almasında da bir sakınca görmüyorum. Zira herkes değişiyor, aynı şekilde hissetmeyebiliyor...



İngiltere'den, piyanoyu ana enstrüman olarak kullanan alternatif rock gruplarından biri, Keane.

Starsailor, Coldplay ayarında oldukları söylenebilir.

'Everybody's Changing'; Hopes & Fears (2004) albümünden.

İlgili linkler: wiki/Keane (*), eksisozluk./keane (*), last.fm/Keane (*).

'Sevdiklerim'den 'Don't Complain'e 'Venedik Bienali'

Yakın zamanda zevkle okuduğum, Siri Hustvedt (What I Loved) ‘Sevdiklerim’ kitabından, burada da bahsetmek için fırsat arıyordum.

52. Venedik Bienali’nde Türkiye’yi temsil edecek 'Don't Complain' (Şikâyet Etme) adlı eserle ilgili detayları okuduğumda; Siri Hustvedt ‘Sevdiklerim’ kitabındaki karakterlerden biri olan 'William Wechsler' ve eserlerini anımsadım.

Damağımda kalan bu çağrışımın leziz tadıyla, hem herkesin okumasını isteyeceğim 'Sevdiklerim' kitabına, hem de Venedik Bienali'yle ilgili birkaç ayrıntıya değinmek istiyorum.


(Fotoğraf: Venice Biennale 2007 An installation called Action Painting! exhibited at the Nordic pavillion. Photograph: Alberto Pizzoli/AFP)

Görsel sanatlar, sahne sanatları, sinema, mimari, dans, müzik gibi pek çok sanat disiplinini aynı çatı altında toplayan, 1894 yılından bu yana düzenlenen Venedik Bienali; çağımızın en önemli sanat etkinliklerinden kabul ediliyor ve güncel sanatın en büyük destekçisi.

10 Haziran'da başlayan ve 21 Kasım'a kadar sürecek Venedik Bienali 52. Uluslararası Sanat Sergisi’nin bu yılki teması; 'Think with the Senses - Feel with the Mind. Art in the PresentTense' (Duygularla düşün - aklınla hisset. Şimdiki zamanda sanat).

Bienalin yönetimini üstlenen ünlü küratör, eleştirmen ve sanatçı Robert Storr, bu yılki temayı, "Şimdiki zamanda sanat; çünkü sadece şu anda yaşıyoruz ve şu anda ürettiklerimizle varız." diye açıklıyor.

52. Venedik Bienali'ne Türkiye, Hüseyin Bahri Alptekin'in 'Don't Complain' (Şikâyet Etme) adlı eseriyle katılıyor.
Hüseyin Alptekin, Türkiye Pavyonu için, Gürcistan ve Batı Asya'da görülen bir tür restoran türünden esinlenerek, bir dizi tek hücreli odanın birbirine yarım ay biçiminde kenetlendiği beş odadan oluşan bir enstalasyon (yerleştirme) hazırlamış.

Her biri kendi içinde bağımsız tahta odacıklardan oluşan sergi evini Finlandiya’da Hüseyin Alptekin ve “Cheap Finnish Labour” adlı sanatçı grubu üç aylık bir çalışmanın sonunda inşa etmiş. Sonra parçalara ayrılıp Venedik’e getirilmiş ve 15 gün içinde tekrar kurulmuş.

Büyük bir salon yerine daha mahrem kalabileceğiniz, küçük odalar. Dertleşebileceğiniz, sırlarınızı başkalarına duyurmadan anlatabileceğiniz, aşkınızı fısıldayabileceğiniz küçük odalar.

Odaların duvarlarındaki ekranlarda sürekli fotoğraflar geçiyor.

Tahta kulübenin üzerinde ışıklı bir tabelada yazan, aynı zamanda serginin başlığı olan “Don’t Complain” cümlesi bir ikiliği vurguluyor. Aslında “Şikâyet Etme” diyen de bir yandan şikâyet ediyor.

Öykülerinde global değerlerden çok lokal değerlere önem verdiğini söyleyen Alptekin’in “Incidents-Küçük Vakalar” diye adlandırdığı, kültür, ideoloji, ekonomi, ekoloji gibi ana başlıklar taşıyan öyküleri dünyanın dört bir tarafında geçiyor. Kulübenin içindeki odacıklarda gösterilen görüntülerde genel olarak dünyanın farklılıklar değil benzerlikler üzerine kurulduğu vurgulanıyor. Birbiriyle ilgisiz gibi görünen anlık görüntüler bir süre sonra bir öykü oluşturmaya başlıyor.

Bir odada farklı iki ekranda dünyanın iki farklı köşesindeki sahillerde dolaşmaya başlıyorsunuz. Bir yanda Bombay öte yanda Rio De Janeiro plajları. Hayat devam ediyor. Bir anda ikiye bölünüyorsunuz ama kısa bir süre sonra farklılıklar yok oluyor. Görüntüler, sesler, müzikler birbirine karışıyor...

Müslüm Gürses’in “Paramparça” parçası eşliğinde diğer odaya girdiğinizde ise İstanbul’da sokakta yaşayan dilsiz siyah bir çöp toplayıcısının yaşamını dört mevsim boyunca izliyorsunuz. Hüseyin Alptekin 400 gün boyunca kamerasıyla evsiz göçmenin terk edilmiş bir araba ve çöp bidonu arasındaki geçen yaşamını araba belediye tarafından çekilene dek görüntülüyor. Küreselleşmenin bireyler üstündeki etkileri, yerinden yurdundan edilmişlerin durumları izleyeni düşündürmeye başlıyor.

Bir diğer odada ise Jay Jay Johanson'ın “Far A Way”, Alexander Dimitrevich'in “Mr. President” parçaları eşliğinde Kosova ve Çeçenya’da kaybolan insanların internetten alınmış görüntülerini izlerken de uzaklar birden yakın oluyor.

Küratör Vasıf Kortun hüzünlü olarak adlandırabileceğimiz serginin kavramsal çerçevesini, düşünsel anlamda çok ciddi bir eğitimi olan Sorbonne’da felsefe okuyan Hüseyin Alptekin ile birlikte oluşturduklarını, zaten onun yaptığı sanat eserlerinin görsel olsa da birer bilgi nesnesi olduğunu anlatıyor...

1991 yılından beri bienal alanı dışında kiraladığı mekânlarda hazırladığı sergilerle katılan Türkiye’nin pavyonu ilk kez bu yıl bienalin ana mekânı olan Arsenale’nin tarihi Artigliere binasında yer alıyor.

Garanti Bankası’nın sponsorluğunda gerçekleşen ve toplam maliyeti 300 bin euro olan sergiye Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık Tanıtma Fonu ve adını vermek istemeyen beş aile destek olmuş. Serginin küratörlüğünü Vasıf Kortun, koordinasyonunu da İstanbul Kültür Sanat Vakfı yapıyor.

Türkiye Pavyonu'nun Arsenale’de yer alması şerefine bu yıl açılışa Garanti Bankası’nın davetlisi olarak basın, sanatçı ve sanatseverlerden oluşan 80’in üzerinde konuk katıldı. Açılışın ardından San Servolo Adası’nda düzenlenen partide Baba Zula dans ve müziğin iç içe geçtiği bir performans sundu...
52. Venedik Bienali'ne katılan 'Don't Complain' (Şikâyet Etme) enstalasyonu benzeri bir performansa, Siri Hustvedt ‘Sevdiklerim’ kitabındaki karakterlerden biri olan 'William Wechsler' eserlerinde denk geldiğimi ve bu çağrışımın, Venedik Bienali'yle ilgili beni heyecanlandıran ayrıntılardan biri olduğuna değinmiştim.

'William Wechsler', SoHo'da yaşayan bir sanatçı. Sanat çevrelerince büyük yankı bulan ve beğenilen; görülene, görene ve gösterene yer verdiği resimleriyle tanınıyor. Bu resimleri, sonrasında eski masalları anlatmak için kullandığı çağdaş imgelerin de yer aldığı, 'masal kutuları' takip ediyor.

Hepsi aynı büyüklükte, yaklaşık bir metreye bir buçuk metre boyutundaki
'masal kutuları'; hem düz, hem üç boyutlu figürlerden, gerçek objeleri resimlerle birleştirdiği, masalları anlatan imgelerden oluşuyor.

Kutular, küçük odaları andıran bölümlere ayrılmışlar. Kutuların minyatür boyutları, doğal olarak bebek evlerini gözetleyip keyif alma güdüsü olan insanların merakını çekiyor ama umutları yıkıyor, genelde tekin olmayan duyguları uyandırıyor.

'William Wechsler' ilgi gören bu masal kutularının daha büyüğünü, devam eden çalışmalarında da kullanıyor. Bir oda büyüklüğünde, içinde değişik objeler ve resimlerle oluşturulmuş kompozisyonlar yer olan bu çalışmalarında; şaşırtmaya, izleyeninin bir şekilde kendini bulmasını sağlamaya fakat bunu yaparken ayrıntılarda zenginlik sunmaya devam ediyor.

Wechsler sergisini ziyarete gelenler; odaları gezerken hem anlatılan hikâyeyi devam eden odalarda takip ederken şaşırabiliyor, detaylarla zihinsel yolculuklara çıkabiliyorlar; hem de kendilerinden izler bulabiliyor ya da ressamı yarattığı dünyanın içinde fark edebiliyorlar...

'William Wechsler' 'odaları'yla; 52. Venedik Bienali’nde 'Don't Complain' (Şikâyet Etme) ile Türkiye’yi temsil eden Hüseyin Alptekin'in odaları arasında hoş bir ilgi kurmamı sağlayan Siri Hustvedt ‘Sevdiklerim’ kitabında, elbette ki bundan daha fazlası var.
Norveç asıllı yazar Siri Hustvedt 1955 yılında Minnesota’nın Northfield kasabasında doğdu ve öğrenimini aynı kasabada tamamladıktan sonra, 1978’de Columbia Üniversitesinde 19.yüzyıl romanı konusunda doktora öğrenimi yapmak üzere New York’a geldi.

Kimi eleştirmenlerin Hustvedt’in, özellikle kişinin kimlik arayışını irdeleyen yapıtlarında eşi
Paul Auster ile paralel görüşleri dile getirdiğine değinmeleri üzerine Hustvedt, “Eğer çağdaş roman bir şehir ise, Paul ve ben aynı mahallede oturuyor olabiliriz, ama aynı evde değil,” diyerek onları yanıtlamıştı.

20. yüzyıl kadınının ruhsal yapısını ve deneyimlerini başarıyla dile getiren bir yazar olarak tanımlanan Siri Hustvedt’in ilk romanı The Blindfold (Göz Bağının Ardında – Can Yayınları) 1990 yılında yayınlandı. Bunu, The Enchantment of Lily Dahl (Lily Dahl’in Büyülenmesi) adlı ikinci romanı izledi. Sevdiklerim (What I Loved) yazarın üçüncü romanı.
Sevdiklerim kitabında Siri Hustvedt; Sanat Tarihçisi Leo Hertzberg üzerinden, SoHo'da sanatla iç içe bir çevrede yaşayan iki ailenin ilişkilerini anlatıyor.
1975 yılında, sanat tarihçisi Leo Hertzberg, New York galerilerinden birinde tanınmamış bir ressam tarafından yapılmış olağanüstü bir resim keşfeder. Yapıtı satın alır, tabloyu yapan ressam Bill Wechsler’i bulur ve iki adam, yaşam boyu sürecek bir dostluğa adım atarlar.

Leo’nun 25 yıla yayılan öyküsü, kendi ailesiyle Bill’in ailesi arasında (oğullarının doğumu, Bill’in ilk evliliğinin çöküşü ve ikincisinin mutlu yılları, iki ailenin SoHo’da aynı apartmanda yaşadıkları ve yazları Vermont’ta aynı evi paylaştıkları dönemler boyunca) gelişen ilişkinin izini sürüyor. Fakat kendileri ve eşleri arasındaki bağlar, önce trajediyle, sonra yavaş yavaş ama aşındırarak yüzeye çıkan korkunç bir ikiyüzlülükle zedeleniyor.

Sevdiklerim, içten anlatımı ve içeriğinin göz kamaştırıcılığıyla, giderek tırmanan tehdit duygusunu, olağanüstü bir titizlikle gözlemlenmiş bir ressam portresiyle ve özellikle ana-babalık, evlilik, cinsellik ve kardeşlik ilişkileriyle harmanlıyor.

İç dünyalardan dış dünyalara, özelin derinliklerinden aleniye, akıl hastalıklarından toplumsal hastalıklara doğru hiç durmadan hareket ederek aşk, kayıp, ihanet ve günümüz dünyasının anlamını irdelemek üzerine çok güzel bir inceleme.

Kitabın ilginç bir özelliği de, Siri Hustvedt - Paul Auster çiftinin yaşamlarındaki olaylarla paralellik taşıması.
Siri Hustvedt, 'Sevdiklerim'de kurguyu ve karakterlerin psikolojik çözümlemelerini aktarmada o kadar başarılı ki; kendinizi okurken olayların içinde, evin, odanın bir kenarında etrafınızda yaşananları izlerken; Erica, Violet, Bill, Lucille, Leo, Matthew, Mark'la sevinip, üzülüp, şaşırıp, umutlanıp, heyecanlanıp, sıkılıp, endişelenip, korkarken bulabiliyorsunuz.

İnsan olmaktan kaynaklanan doğal bir hareketin, sonrasında nasıl durumlara sebep olabileceğini bilirken, tüm kalbinizle ilerleyen satırlarda onun olmamasını dilerken kendinizi bulabiliyorsunuz.

Olayların akışının ilerleyen sayfalarda sizi nerelere götüreceğini tahmin etmeye başladığınızı sandığınız noktada ise; olaylar o kadar doğal yön değiştiriyor ki; bu beklenmedik açılımla ayaklarınız yerden kesiliyor ve yaşadığınız sarsıntının etkisiyle ne bekleyeceğinizi şaşırabiliyorsunuz.

'Sevdiklerim'; ilişkilerin, psikolojik süreçler ve sanatla çok iyi harmanlanarak aktarıldığı; ayrıntılarıyla zenginleşen fakat detaylarda boğmayan, akıcı bir kitap.

Kitapla ilgili hoşuma giden diğer bir ayrıntı ise; Siri Hustvedt, 'Sevdiklerim'de olayları sanat tarihçisi Leo Hertzberg ağzından anlatıyor.

Kadın yazarın, kitapta bir kadın karakter üzerinden olayları anlatmasını ve bunu daha başarıyla yapacağını beklersiniz. Oysa 'Sevdiklerim'de
Siri Hustvedt; erkek karakterin duygularını, psikolojik süreçlerini öylesine başarıyla anlatıyor ki; kitap sırf bu özelliğiyle de bir kez daha gözünüzde değer kazanıyor.

Siri Hustvedt böylece Simone de Beauvoir, Isabel Allende, Anne Delbee, İris Murdoch, Ann Baer, İris Galey gibi, kitaplığımdaki (maalesef) sayılı kadın yazar arasında haklı yerini aldı.

Tüm bu aktardıklarımdan sonra, bilmiyorum
Siri Hustvedt, 'Sevdiklerim'i kütüphanenizde bulundurun, mutlaka rahat bir zamanınızda okuyun dememe gerek kalıyor mu?

52. Venedik Bienali’ne dönersek; bu sanat etkinliğine katılan ülkeler ve sanatçıların eserlerinin her birinin ayrı bir hikâyesi var ve gönül bu hikâyeleri dinleyerek o eserleri yerinde görebilmeyi arzu ediyor.

Burada sadece minik bir parçasına değinebilecek oluşum bana hiç yeterli gelmese de, inanıyorum ki siz daha fazla ayrıntı için gereken aramaları yapacaksınızdır.

Bienalin ana mekânları Arsenale ve Giardini'de 77 ülkeden 100'ün üzerinde sanatçı var.

Arsenale'nin doğusundaki eski tersane ve depolarda Türkiye, Afrika, Çin ve Hindistan için yeni sergi alanları oluşturulmaya çalışılıyor.

Hindistan diplomatik nedenlerle katılamamış olsa da, Çin ikinci kez aynı mekânda.

Çin Pavyonu'nun küratörü, çalışmaları, beyaz duvarlara çeyiz gibi sermeyi sevmeyen Hanru, yağ tanklarını bile kaldırmamış mekândan. Tüm tavanı renkli kumaşlara sarılı mızraklarla kaplayan küratör, tankların aralarına LCD ekranlar serpiştirip kiraz ağaçlı bahçeyi de sergiye dahil etmiş.

Giardini'ye giden yollar pek çok yapıtın ev sahibi. Dar sokaktaki çamaşır asılı iplerin birer eser olduğunu ertesi gün de onları yerlerinde görünce anlayabiliyorsunuz ancak.

İzmir fuarını hatırlatan bahçede irili ufaklı pek çok ülke pavyonu var. Kırmızı ön cephesiyle Fransa en romantik olanı. Çalışmanın hikâyesi şöyle: Sanatçı Sophie Calle, bir adamın bir kadına duyduğu hisleri anlattığı tek sayfalık bir e-mail alır. Kadını seven; ama terk eden adamın mektubu 'kendine dikkat et' cümlesiyle biter. 107 kadından bu maili anlamalarını, yorumlamalarını ve cevaplamalarını isteyen Calle, mektubu okuyan kadınları fotoğraflar ve videoya alır. Tüm yorumları da sergiye dâhil eder. Bunca kadının parkta, merdivende, müzede, ütü yaparken, mutfakta patates soyarken aynı mektubu okuyup bir adamı anlamaya çalışması oldukça içli.

Kanada Pavyonu’ndaki David Altmejd’in çalışması insanı etkileyici güçte. Bir ağacı (enstalasyon) yerleştirmesinin içine koyması doğaya saygısını simgeliyor.

Önünde metrelerce kuyruk olan tek pavyon Almanya'nınki. Kuyruğun sebebi Isa Genzken'in yerleştirmeleri değil yalnız. Sergi, tek bir seferde sadece 25 kişi tarafından gezilebiliyor. Kapıdaki görevlinin dediğine göre bienalin açıldığı gün işlerin birinin bir parçası çalınmış ve böyle bir önlem alınması zorunlu olmuş.
52. Venedik Bienali’nde Türkiye’yi temsil edecek 'Don't Complain' (Şikâyet Etme) adlı eserin sahibi Hüseyin Alptekin'in, 'Eskiden bir yerde oturup evrensel düşünürdük, şimdi hepimiz her yerde dolaşıyoruz ama hiç düşünmüyoruz' sözü, üzerinde düşünülecek ve yeni yazı konuları çıkaracak kadar derin. Fakat konuyu daha fazla uzatmamak adına, enstalasyonunda niçin LED kullandığını da açıkladığı, 'Her yerde dolaşıp hiç düşünmüyoruz' başlıklı yazıyı okumanızı öneriyorum.

Venedik Bienali, şehre vurduğu sanatsal damga yanında, güneş altında oluşan uzun kuyruklarıyla da, sanata gösterilen sevgi ve saygının, tutkunun bir ispatı olsa gerek.

52. Venedik Bienali
’ni
yerinde izleyemeyenler için BBC, Guardian, New York Times, bienalden fotoğraflarla imaj galerileri hazırlamışlar. Arzu edenler buralardan da takip edebilirler.
BBC Galeri,
Guardian Galeri,
New York Times 1. Galeri,
New York Times 2. Galeri,
New York Times 3. Galeri,

İlgili diğer linkler:
'Sevdiklerim', Bir ressamın gözüyle aile ilişkilerine bakış(*).
'Sevdiklerim', What I Loved (*).
www.labiennale.org; Venedik Bienali resmi sitesi.
www.biennale07-turkey.org; Tüm detaylar için, Bienal, Türkiye sayfası.
www.iksvpress.com/venedikbienali Venedik Bienali ve Türkiye ile ilgili basın dosyaları.
Bienal ile ilgili, Vasıf Kortun ve Hüseyin Alptekin'in söyleşisi (*).
Bienal nedir? (*).
Enstalasyon nedir? (*).
'Türkiye Venedik Bienali'nde' (*).
'Alptekin Venedik Bienali için 'şikâyet etmiyor' (*).
'Türkiye Pavyonu Venedik Bienali ana mekânında' (*).
'İnsanı içine çeken şehir: Venedik' (*).
'Venedik'in altı su, üstü sanat' (*).

WWF 'Alarm Clock'


'Alarm Clock' başlıklı reklam çalışması, WWF (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) için hazırlanmış.

Ajans : Asatsu Thailand, Bangkok
Yaratıcı Yönetmen : Pichayen Ari
Sanat Yönetmeni : Romerun Chueawongprom
Reklam Yazarları : Somboon Wongsuttilert, Theppaluck Premthong

Yaşamı korumak için, bugün ne yaptınız?

(Görseller, üzerlerine tıklandığında daha büyük ebatta görüntülenebilirler.)

link... wwf.org.tr