'Helvetica' da Festivalde!

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın, 26. Uluslararası İstanbul Film Festivali; 31 Mart - 15 Nisan 2007 tarihleri arasında.

Festival bünyesindeki etk
inlikler oldukça zengin. Görmek istediğim filmler o kadar çok ki, nasıl zaman bulabileceğimi ben de şaşırmış durumdayım. Uzun uzun burda onlardan bahsetmek isterim fakat şimdilik Helvetica belgeseline dikkat çekmek istiyorum. Web sayfasından diğer etkinliklerle ilgili festival programına bakmanızı ve en azından bir kısmını, fırsat bulup mutlaka programınıza dahil etmenizi öneriyorum.

Bir yazı karakterini konu alan ilk uzun metrajlı film. Aynı zamanda tipografi, grafik tasarım ve küresel görsel kültür konusunda bağımsız bir yapım olan Helvetica belgeseli, İstanbul Film Festivali içersinde kesinlikle kaçırılmaması gereken filmlerden biri.
Uzmanlar tarafından tüm zamanların en iyi yazı karakteri seçilen ve bu yıl ellinci yaşını kutlayan Helvetica bir belgesele konu oldu. Gary Hustwit'in Her gün binlerce sözcüğün bizi nasıl etkilediğini anlattığı Helvetica adlı belgeseli festivalin NTV Belgesel Kuşağı'nda gösterilecek.

Farkında olmadan hayata bakışımızı ve algımızı etkileyen Helvetica yazı karakteriyle ilgili; Festival'in reklâm ajansı HEP İletişim'in katkılarıyla 2 Nisan Pazartesi günü Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampüsü'nde özellikle tasarım profesyonellerinin ve öğrencilerinin çok ilgisini çekecek bir söyleşi gerçekleşecek.

Saat 17.00'de başlayacak söyleşide önce tasarımcı Bülent Erkmen'in hazırladığı "12 Siyasi Parti ve 1 Helvetica" adlı dia gösterisi gösterilecek. Tasarımcı Esen Karol izleyicilere Helvetica'nın tarihçesi hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra belgeselin yönetmeni Gary Hustwit ile sohbet edecek. Söyleşinin ardından Helvetica belgeselinin gösterimi yapılacak.Bir yazı karakteri hakkında ve dolayısıyla grafik tasarım hakkında yapılmış, gösterime giren ilk uzun metrajlı belgesel olma özelliği taşıyan Helvetica üzerine gerçekleşecek söyleşi meraklılarına duyurulur.
SÖYLEŞİ: HELVETICA
2 Nisan Pazartesi, Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampüsü, saat 17:00
Katılımcılar
: Bülent Erkmen, Esen Karol, Gary Hustwit

Ayrıntılar
http://www.iksv.org/film Web Sitesinde.

'The Jackal Soundtrack' Rüzgârı

Hafta sonu müziği olarak, The Jackal filmi Sondtrack'ini seçtim.

The Jackal filmi 16 Ocak 1998'de ülkemizde vizyona girmişti. Soundtrack'ini alıp uzun süre repeat list'imde tuttuğumu anımsıyorum. Evet, hayli zaman geçse de unutulmayacak filmlerden biridir. Her ne kadar Bruce Willis'a kötü adam rollerini pek yakıştıramasam da...

The Jackal Soundtrack'inin, sevdiğim grupların seçme müziklerinden oluşması bir yana, gerek müziklerin film içersinde kullanımlarıyla gerekse yalın halde dinlenildiğinde; albüm tümüyle güzel, es geçilmemesi gereken parçalardan oluşuyor.


Apollo 440 - Raw Power


Fatboy Slim - Going Out of My Head

The Jackal Sondtrack'inden, burada dinletmek için, 'Fatboy Slim-Going Out of My Head' ve 'Apollo Four Forty-Raw Power' müziklerini seçtim. Blogger embeddable playerları kabul etmede son zamanlarda sorun çıkarır oldu, codeları benimseyemiyor. Eğer yine bir Error yüzünden burada dinleyecek bir player bulamazsanız; Odeo sayfamdan The Jackal Soundtrack'inden 'Fatboy Slim-Going Out of My Head' ve 'Apollo 440 - Raw Power' mp3lerini bulabilirsiniz.

Hafta sonu geldi ve maalesef içim rahat bir şekilde ay sonu ve hafta sonunun tadını çıkaramayacağım.
Aslında 5 gün önce bitmiş olması gereken bir iş, elinizde olmayan sebeplerle uza(tıl)mış ve mutlaka ay sonuna kadar yetişmesi gerekiyorsa; kendiniz ve ekibinizin mental sağlığını koruyarak bu durumu nasıl aşarsınız?

Evet, elinizde geç saatlere kadar çalışmaya ya da sabahlamaya alışmış bünyeler varsa bile, bir noktadan sonra, zaman faktörü stresi arttırıyor ve en canlı zihinlerin bile algı süreçlerini etkileyebiliyor.

Hedefe ulaşmak için, yelkenleri şişirip yol almada müziğin gücünü kullanmak, benim çıkış yollarımdan biri.

Hafta içersinde projeksiyon perdesine yansıttığımız, gereksiz replikleri kesilmiş, müziğin ve hareketin yoğun olduğu sahnelerden oluşan Blade serisini, algı açıcı zihinsel besin olarak kullandık (Blade I - Soundtrack, Blade II - Soundtrack, Blade III - Soundtrack müzikleri gayet harekete geçiricidir). Bunun yanında The Jackal filmi ve müzikleri de bize eşlik etti.

Hafta sonunu da benzer şekilde geçirip, bu günleri atlatmayı ve Nisan ayına sakin bir başlangış yapmayı planlıyorum. Zira, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın, 26. Uluslararası İstanbul Film Festivali; 31 Mart - 15 Nisan 2007 tarihleri arasında. Görmek istediğim birçok film ve katılınacak etkinlikler var. Eğer yapmadıysanız, size de programınızı buna göre şimdiden ayarlamanızı tavsiye ederim.

Piyale Madra Karikatürleri Sanal Müze'de


Eczacıbaşı Sanal Müzesi, 10. karikatür sergisinde Piyale Madra’nın “Piknik” ve “Ademler ve Havvalar” karikatürlerini konuk ediyor.

Piyale Madra, Sanal Müze’nin karikatür bölümünde yer alan ilk kadın çizer.


Sanatçı önce "Piknik" karikatürleriyle tanındı.

“Piknik” 1982'de Milliyet'te başladı. Ardından yaklaşık 10 yıl boyunca Cumhuriyet'te yayımlandı. 1992'de ise Türkçe ve İngilizce olarak kitaplaştı.

Piyale Madra "Ademler ve Havvalar"ına ise 1994'te Yeni Yüzyıl gazetesinde başladı. Gazetenin 1998'de yayın yaşamına son vermesi ile Radikal'e geçen "Ademler ve Havvalar"ın ilk kitabı aynı yıl Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı ve daha sonra bu serinin 2., 3. ve 4. kitapları da çıktı. Ayrıca "Piknik"ler de "Ademler ve Havvalar"da çizgi film oldular.



Sergi,
www.sanalmuze.org internet adresinde gezilebilir.

Piktogramlar İstanbul`da

Birincil fonksiyonu pratik ve hızlı iletişim olan ve süreklilikleri ve yaygın kullanımlarıyla görsel kültürümüzün önemli bir parçası haline gelen piktogramlarda sadeleştirme, detaylarından arındırma ve fonksiyona dayalı evrensel bir görsel dil yaratma hedeflenir.

Bu modernist resim - yazılarda belli bir standartlaşma, bütünlük, parça bütün ilişkisi, geometrik ifade, nötrlük hissedilir.


Piktogramlardaki İstanbullular yan kesiyor, damsız giremiyor, apartmanlar arasına çamaşır diziyor, gasp ediyor, laf atıyor, simit satıyor, başına binadan bir parça düşebiliyor, dileniyor, hamamda terliyor, nevizade’de eğleniyor, pankart açıyor, ayakkabı siliyor, mendil satıyor, vapurdan ve boğaz köprüsünden atlıyor, balıkekmek ve kokoreç yiyor, korsan cd satıyor, ateş ediyor, martılara simit atıyor, aşk yaşıyor...

Piktogramlar İstanbul’da sergisi görsel sanatlar görsel iletişim tasarımı bölümü öğrencilerinin gözünden İstanbul’a ve günlük yaşama odaklanıyor.

Genç tasarımcı adayları sadeleştirme, bütünlük gibi belli piktogram kriterlerine sadık kalarak yaşadıkları İstanbul’u yorumluyorlar. Ancak global dilin karşısında kişisel yorumlarını getirmekten de geri durmuyorlar.


Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü Öğr. Grv. Nazlı Eda Noyan tarafından yürütülen “Kelime ve İmge” dersinin İstanbul’a odaklanan Piktogramlar İstanbul’da projesinden öğrenci çalışmalarını içeren tasarım dergisi 08 Nisan 2007’ye kadar İstanbul Tünel’deki Apartman Projesi mekanında. Görülmeye değer...


Etkinlik Başlangıç - Bitiş Tarihi: 21 Mart - 08 Nisan 2007

Yer: Şehbender Sok. No: 4 Tünel - Beyoğlu
İletişim
Telefon: 0212 236 54 90
Web Sitesi: www.bahcesehir.edu.tr

'Google Bize Logo Yapsana!' Projesi

Bir süre önce Edvard Munch yazımda; Google arama sayfasında, Norveçli ressam Edvard Munch'un Çığlık tablosunun Google logosundaki yorumuyla karşılaştığımdan ve Google'ın özel günlerde açılış sayfasında kullandığı bu tür logolarının "Holiday Logos" başlığından görülebileceğinden bahsetmiştim...

Peki
, Google Türkiye ofisi varsa ve biz aramalarımızı Türkçe Google sayfasından kolayca yapabiliyorsak; niçin bize ait özel günlerimizin Google logosuna yansıdığını görmeyelim?! Bu, Google'ı daha çok severek kullanmamızı sağlamaz mı?! Üstelik Google bunu başka ülkeler için yapıyorken, niçin Türkiye için de yapmasın?!



İşte tam bu noktada, birkaç Google severin (aralarında GoogleEarth üzerinde cv hazırlama gibi yaratıcı işleri de olan
Özgür Alaz'ın da olduğu, UnitedPlankton), var olan bir boşluğu fark edip, bu güzel fikrin peşinden giderek başlatılan, 'Google Bize Logo Yapsana' Projesi; Google'ın dikkatini çekip, Google'da Türkler'in özel günlerini kutlayan logolar yayınlanması amacıyla oluşturulmuş.

Bu güzel fikri ve ekibi destekliyorum. Sizler de
Google Bize Logo Yapsana sitesine girerek, yorum yaparak, projeyi duyurarak destek olabilirsiniz.

Desteklenir ve yeterli ilgiyi görürse;
Atatürk'ü anma günü, 23 Nisan, 19 Mayıs gibi özel günlerin, google.com.tr sayfasında Google logosuna yansıdığını göreceğimiz günler hiç de uzak değil...

'RSS' nedir? 'Netvibes Türkiye' Ne Durumda?

Uzun zamandır bir Netvibes kullanıcısı olarak; Netvibes kişiselleştirilebilir açılış sayfasının, Türkçe içerikle yayına başladığını 'Netvibes Türkiye' yazımda sevinçle duyurmuş ve içeriği hakkında bilgi vermiştim.

Netvibes ile takip ettiğiniz siteleri tek tek gezmek yerine; tek bir sayfadan, tüm o sitelerdeki güncellemeleri görmeniz, resimlerinizi, maillerinizi takip etmeniz mümkün.

Tıpkı kendi browser'ınızda, ilgilendiğiniz sayfaların linklerini (bookmarks) sık kullanılanlarınıza ekleyerek, sonradan kolayca bulmanız gibi; kişiselleştirilebilir açılış sayfası Netvibes ile istediğiniz her pc'den kendi ayarlarınıza ulaşabiliyorsunuz. Bu Netvibes kolaylıklarından sadece bir tanesi...



Geçen süreç içersinde hem kullanıcı olarak hem de Netvibes blog'dan, Netvibes Türkiye ile ilgili faliyetleri takip ediyorum. Kendi blogumu da 'Netvibes Türkiye' bünyesinde default olarak gelen 'besleme dizininde' görmek isterdim, gibi bir sitem yanında, buradan RSS konusuyla ilgili bir eleştiride de bulunmak istiyorum.

'RSS nedir, takibi nasıl yapılır' konusunda ziyaretçilerin gerekse site sahiplerinin çok da bilinçli bir seviyede olmadıklarını düşünüyorum.

Ben, 'Netvibes Türkiye'nin açılmasıyla beraber, hem 'Netvibes Türkiye'yi duyurmak hem de RSS konusunda bir farkındalık yaratma, bilinçlendirme çalışmasına gidilmesini beklerdim. En azından bloglar arasında mim dalgaları gibi bir hareket yaratılıp, RSS'e dikkat çekilebilirdi.

Netvibes Türkiye'de, varolan adreslerin geçerliliğini koruyup korumadığının kontrol edildiği bir yapıya gereksinme var sanıyorum. Baktığımda, Netvibes Türkiye bünyesinde default olarak gelen 'besleme dizininde'ki bir kısım site-blogun RSS feeds'inin artık çalışmadığı, çalışanların da kendi site-blog üzerindeki ayarlarından kaynaklanan sebeple ('Site Feeds' ayarlarını 'Short' olarak tanımladıklarından olsa gerek), sadece yayınladıkları yazıların bir kısmının takip edilebildiğini görüyorum.

Site sahiplerinin Rss ayarlarında, ('Full') tüm içeriği RSS ile sunması, önemli bir faktör. Bunun yanında elbette kendi kişiselleştirdiğimiz Netvibes sayfasından kendi ayarlamalarımızı bağımsız olarak yapabiliyoruz ama, 'Netvibes Türkiye'de default olarak gelen kısmın güncelliğinin de takip edilmesi gerekir herhalde diye düşünüyorum.

RSS'iniz açık mı?

Site-bloglar Rss ayarlarından 'Site Feeds' yayınlarının açık ve 'Full' ayarlı olduğunu kontrol etsinler, lütfen.

Örneğin Blogger için, 'Dashboard', 'Site Feed' başlığındaki;
'Blog Posts Feed', 'Blog Comment Feed', 'Per-Post Comment Feeds' ayarlarının karşısındaki menünün 'Full' olarak ayarlandığından emin olun.

'Short' seçiliyse; yazılarınızdan sadece kısa bir kısmı RSS ile takip edilebiliyor. 'None' ise RSS takibine izin vermediğiniz anlamına geliyor. Bu pek de iyi değil, zira size ulaşımı güçleştirdiğiniz anlamına geliyor.

Rss Teknolojisini Ne Kadar Biliyoruz?!

RSS teknolojisi, kullanıcılara beğendikleri sitelerin içeriğini hızlı ve zahmetsizce takip etme imkânı sağlıyor.

Sayfalarımızın yanında sunduğumuz bu seçeneğin ziyaretçilerimiz ne kadar farkında, ne kadar kullanıyorlar?

RSS teknolojisiyle ilgili bilginin, blog yazarları arasında konudan bahsedilerek paslaşılması ile, ziyaretçilere aktarılması düşüncesiyle, bir süre önce Anafikir'den Selim Yörük; RSS nedir, öğreniyoruz paslaşması, başlıklı bir yazı yayınladı.

Blog yazarları bloglarında RSS ile ilgili birer yazı yazıyor ve Selim Yörük’ün yazısında belirttiği bazı sorulara cevap vererek, beğendiği sitelerin RSS’lerine yer veriyorlar. Yazarlar isterlerse yazılarına yeni sorular da ekleyebiliyorlar.
Ayrıca, bu beğendiğimiz sitelerin RSS’lerine yer vermek, pas anlamına da geliyor...

Konuyla ilgili cevaplarım;

1 - RSS Nedir?
RSS, Real Simple Syndication, RDF Site Summary, Rich Site Summary kelimelerinin baş harflerinden oluşan kısaltmadır.
Yani, Site içeriklerinin tek tek gezerek takip edilmesi yerine, RSS teknolojisi beğenilen sitelerin içeriklerine tek bir noktadan süratli ve kolayca erişmeye imkân sağlıyor.

2 - Blogunuzun RSS bağlantıları nelerdir?
Bloguma, linkini adres satırına yazarak gelmenizi tercih etsem de (kendi belirlediğim tema içinde bana misafir olun diye) kendi belirleyeceğiniz temalar içinde içeriğimi Rss ile de takip edebilirsiniz tabii...
Yazılarım için RSS beslemesi;
http://flynxs.blogspot.com/atom.xml
Yorumlar için RSS beslemesi;
http://flynxs.blogspot.com/feeds/comments/full

3 - RSS okuyucu tercihiniz?
RSS okuyucusu olarak; kişisel bilgisayarımda değilsem, tüm ayarlarıma her yerden ulaşabileyim diye, Netvibes kullanıyorum.
Kendi pc'mde ise Firefox browser kullanıyorum (Canlı yer imlerine abone olup güncellenen siteler anında takip edilebiliyor).
Google Reader da ayrı bir alternatif olabiliyor. Gmail, blogger hesapları birleştikten sonra; Gmail hesabınızla login olarak birçok google fonksiyonunu kullanabiliyorsunuz. Google ana sayfanızdan bunları yönetebiliyorsunuz.

4 - RSS okuyucunuzla ilgili istatistikler?
Listenizde kaç farklı sitenin RSS'i var?
312.
Şu an kaç okunmamış yazı mevcut?
86
Ne kadar sıklıkla kullanıyorsunuz?
Sabahları gazete haber takibi sonrası ve boş vaktim olduğunda da bakmaya çalışıyorum.
Size kazandırdığı zaman miktarı?
Kesinlikle çok fazla. Sitelere tek tek girip yeni bir şeyler var mı diye bakmakla kıyaslandığında, kesinlikle zamandan çok kazanç sağladığını söyleyebilirim. Şimdi sadece arada siteler veya bloglar tasarımda değişikliğe gitmiş mi diye bakmak için, ya da yorum bırakmak istediğimde direkt kendi sayfaları üzerinden takip ediyorum.
Yeni rss ekleme sıklığınız?
Zamanım olup da yeni bir siteye denk gelmişsem ve Rss desteği de varsa; bu şekilde içeriğini beğendiğim siteleri ekliyorum. Bu birkaç günde bir olabiliyor.

Firefox browser kullandığım için, Firefox'da site linkinin yazdığı menü çubuğunda, eğer RSS yayını varsa o sitenin, RSS feeds'e abone olabileceğini gösteren o turuncu işaret beliriyor, üzerine tıklandığında da canlı yer imlerine siteyi ekleyebiliyorsunuz.
Rss yayını olan fakat Rss adreslerini belirtmeyen siteler için de;
Rss adresi saptamak için başlığından bilgi alınabilir.

5 - Beğendiğiniz bir/birkaç sitenin RSS'ini paylaşın?
İçeriğini beğendiğim ve takip ettiğim site/blog linkleri, blogumun sağ menüsünde mevcut. Onların tamamına yakınında da RSS bulunuyor ve kendi sayfalarında bunları görülebilir bir yerlerde belirtmişler. Yazı ve yorumlarını Rss'le takip edebiliyorum.
Fakat birkaçını burada da yazmak gerekirse;
Antifit - http://www.antifit.com/?feed=rss2
AyrıksıTasarımGünlüğü - http://truetypelies.com/blog/?feed=rss2
A.SelimTuncer - http://selimtuncer.blogspot.com/atom.xml
DüğümKüme - http://www.dugumkume.org/feed/
Farketing - http://www.farketing.com/fikirler/atom.xml
GünlerinTortusu - http://www.gunlerintortusu.com/feed
MertUlaş - http://feeds.feedburner.com/mert
MuratBuyurgan - http://feeds.feedburner.com/muratbuyurgan
SavaşÖzay - http://www.savasozay.com/blog/feed/rss/
ve haber sitelerinden iki örnek;
BBC Turkish - http://www.bbc.co.uk/turkish/institutional/rss.shtml
Ntvmsnbc - http://www.ntvmsnbc.com/tools/rss/

Takip etmek istiyorum, ama RSS adresi yok?!

Eğer bir site, RSS adresini direkt olarak sayfalarında vermemişse, fakat siz de RSS ile o siteyi takip etmek istiyorsanız; bunu Dapperfox isimli Firefox eklentisiyle yapabilirsiniz.

Dapperfox ile o siteye kendiniz RSS adresi belirleyebiliyor ve bunun üzerinden siteyi takip edebiliyorsunuz.

dapper.net üzerinden oluşturulan bu RSS adresleri, Firefox eklentisi sayesinde paylaşılabiliyor da; yani, sizden önce o siteye başka biri RSS adresi atamışsa, bu eklentiyle bunu görebiliyorsunuz. Firefox kullanmak için, bir sebep daha...

RSS Nedir?

RSS, -RSS beslemesi (feed) sunan- tüm internet sitelerine yeni içerik eklendiğinde sizin bu içeriği görmenizi sağlar.

RSS teknolojisi ile en son makale başlıklarına ve makalelere (ayrıca belki müzik, resim ve video dosyalarına da), tek bir yerden, yayımlandıkları anda ve her gün ayrı ayrı siteleri ziyaret etmeye gerek duymaksızın kolaylıkla ulaşabilirsiniz.

RSS kısaltmasının açılımı üzerinde tartışma olmakla birlikte genellikle "Really Simple Syndication" (Gerçekten Basit Birleşim) açılımı benimsenmektedir. RSS beslemeleri aslında bir çeşit web sayfasından ibarettir. Fakat RSS beslemesi adı verilen bu web sayfası insanlar tarafından değil bilgisayarlar tarafından okunmak için tasarlanmıştır.

Bugün için tüm web sayfaları RSS beslemesi sunmamaktadır fakat bu yöntemin popülaritesi hızla artmaktadır ve özellikle uluslararası habercilikte BBC, New York Times ve CNN gibi birçok farklı site bu desteği sağlamaktadır.

RSS Beslemelerini Kullanmaya Nasıl Başlayabilirim?

Çoğunlukla, ihtiyaç duyacağınız ilk şey bir newsreader (haber okuyucu)dır. Haber Okuyucu RSS beslemelerini denetleyen ve bu beslemelere eklenen yeni yazıları görmenizi sağlayan bir yazılımdır. Kimi bir tarayıcı (browser) kullanılarak erişilebilen, kimiyse bilgisayara indirilebilir uygulamalar olan çok farklı versiyonları vardır. Tarayıcı tabanlı haber okuyucular herhangi bir bilgisayar üzerinden RSS beslemelerine erişebilmenizi sağlarken, bilgisayarınıza indirebileceğiniz haber okuyucu programlar, bu RSS beslemelerini bilgisayarınızda depolamanızı sağlar.

Bir haber okuyucu seçtiğinizde, yapmanız gereken tek şey haber okuyucunuzda hangi bilgileri görmek istediğinizi belirleyerek RSS beslemelerine üye olmanızdır. Mesela sayfadaki RSS beslemesi bağlantısını kullanarak site üzerinde yayımlanan son yazıların başlıklarını ve özetlerini, RSS beslemesine eklendikleri anda görebilirsiniz. Site'nin RSS beslemesini haber okuyucunuza ekleyebilmek için, RSS beslemesi bağlantısına sağ tıklayın, menüdeki "Kısayolu Kopyala" seçeneğini seçin ve haber okuyucunuzdaki besleme ekleme alanına bu adresi yapıştırın.

Seçtiğiniz haber okuyucu (newsreader); Google, My Yahoo!, Bloglines ve NewsGator sitelerinden biriyse tüm sayfaların en alt kısmında bulunan bağlantıları tıklayarak -ve üyeliğiniz yoksa bir üyelik açarak- RSS beslemelerimizi bu site aracılığıyla takip edebilirsiniz.

Bir Haber Okuyucuyu (Newsreader) Nasıl Edinebilirim?

Haber Okuyucular (Newsreaders)

Windows İçin Olan Programlar
Newz Crawler
FeedDemon
Awasu

Mac OS X İçin Olan Programlar
Newsfire
NetNewsWire

İnternet Üzerinde Hizmet Veren Web Siteleri
Bloglines
My Yahoo!
NewsGator
Pluck
(yazının bu kısmı dream'den alıntılanmıştır)

www.rssnedir.com'dan da, konu hakkında etraflıca bir bilgiye ulaşmak mümkün.

Son olarak, RSS yayınınızın açık olduğundan, (Full) tüm içeriğinizi kapsadığından emin olun, hatırlatmasını yineliyor ve Rss konusuyla ilgili AnaFikir, AyyasBlog, TeknoSeyir, CeyhunAksan, AyrıksıTasarımGünlüğü... yazılarını da okumanızı öneriyorum.

(bu yazı, 03/04 gibi blog sahibesi(!?) tarafından editlenmiştir)

'Rudebox' Robbie Williams



Robbie Williams'ın albümüyle aynı ismi taşıyan barçası 'Rudebox', hafta sonu müziğimiz olsun.

Siz müziğin ritmi tarafından yakalanıp, üstteki videosunu izlerken; ben de arada konuyu Robbie Williams'tan, Kenan Doğulu'yla 'Eurovision Şarkı Yarışması'na, oradan da Richard Branson ile uzaya taşıyıp havada bırakayım.

İlk izlenimler önemlidir. İster bir kişiyle tanışıyor olalım, ister bir müzik veya kitapla. İlk birkaç saniyedeki bu yeni 'şey'le ilgili algılarımız, ondan bize ulaşan uyaranlar; önceden zihnimizde indekslenip etiketlenerek saklanmış olan dağarcığımızdakilerle, saniyenin belki de milyonda biri bir zamanda karşılaştırılır. Kıyaslanır, uyuşup uyuşmadığına göre değerlendirilip, bir sonuca varılır. Bu sonuç, o yeni 'şey'e olumlu yaklaşıp sevmemize ya da çok da ilgilenmememize yol açar.

Eğer bu 'ilk görüşte değerlendirme' sistemimize güvenmezsek ne olur?
O yeni 'şey'e biraz daha zaman tanırsak. Belki de o 'şey', bizi şaşırtacak ve üzerimizde farklı bir izlenim yaratacaktır. Böylece bunun da ilk başta vardığımız kanaat doğrultusunda olmadığını görebileceğiz.


Müziklerde de bu yaklaşım geçerli. Bir parçanın İlk birkaç saniyesi, o müziğin devamını dinleme isteğimizi ve parçayla ilgili vardığımız yargıyı etkiler.

Örneğin, Robbie Williams 'Rudebox' dinlerken; ilk on beş saniyede sizi yakalayan ritim; parçanın sonrasının da böyle devam edeceği, sizi yakaladığı yerden bırakmayacağı vaadinde bulunuyor. Öyle de oluyor, dinlemeye başladığınız memnunlukta parçayı bitiriyorsunuz.

Tam da bu noktada konuyu, bu sene 52.'si düzenlenecek olan 'Eurovision Şarkı Yarışması'na getirip, Türkiye'yi temsil edecek parçayla konuyu değerlendirmeye devam edelim.

Türkiye'yi temsil edecek olan, Kenan Doğulu 'Shake It Up Şekerim' parçasında da acaba 'Rudebox'taki gibi bir süreç işliyor mu?



Sadece on saniye! 'Shake It Up Sekerim'in sadece ilk on saniyesini beğendiğimi söyleyebilirim.

O ilk on saniye, modern tınısı ve ritmiyle beni yakalıyor; beğeni grafiğimin ivmesini yükseltip, parçanın devamıyla ilgili heyecan verici şeyler vaad ediyor. Ama, on saniyeden sonrasında o beğeni grafiğim hayal kırıklığıyla birden aşağıya inmeye ve vasat bir yerlerde seyretmeye devam ediyor. O 'ilk görüşte değerlendirme' sistemimize güvenmeyip, zaman tanıdığımda da farklı bir sonuçla karşılaşamıyorum.

Bunun sebebi ne olabilir acaba?
'Shake It Up Sekerim'de ilk on saniyenin vaad ettiğini sonrasında karşılayamaması, acaba 'Eurovision'a yıllardır anlamsızca yüklediğimiz açırı anlamdan olabilir mi?


Nedir 'Eurovision'?
"Amacı ülke televizyonları arasında ortak canlı yayın yapabilme kabiliyetini gerçekleştirme ve kaliteyi arttırmak, olan. Avrupa Yayın Birliği (EBU)'nin her yıl Avrupa ülkeleri arasında düzenlediği dünyanın en ünlü ve uzun soluklu şarkı yarışması", değil mi Eurovision?

Bir yarışma ve ülke tanıtımı için iyi bir fırsat sadece. Bunun için değişik, çağın gereklerine uygun modern ama kimliğimizde de çok uzak olmayan bir müzik parçası hazırlanması ve sahne şovuyla güzel bir sunum yapılması yeterli.

Beklentileri yüksek tutup, milli dava hâline dönüştürünce olayı, ortaya nereye ait olduğu belli olmayan, zorlama hazırlanmış hissi yaratan, karmaşık, dikkat dağıtan müzikler çıkmasından daha doğal ne olabilir ki...

Kenan Doğulu bu ülkede sahne şovu ve müzikleriyle fark yaratmış, yıllardır işini iyi yapan, gayet başarılı, önemli bir isim. İlk albümlerinde beğendiğimi söyleyebileceğim daha fazla parçası olsa da, şimdi de denk geldiğimde dinlememezlik yapmayacağım yerli müzisyenlerden biri. Fakat, Kenan Doğulu'yu müzikal geçmişiyle düşünüp değerlendirince; Onuncu Yıl Marşı'nı düzenleyip kitlelere ulaştırarak yarattığı farkındalığı anımsayınca; ondan 'Shake It Up Sekerim'den daha iyisini bekliyorum. Bunda bir hata olmasa gerek.

Düşününce, ona bu görevi veren kişilerin isteklerinin etkisi altında kalarak, yeterince rahat kendi inisiyatifinde bir müzik oluşturamamış olabileceğini de anlayabiliyorum.

'Çakkıdı gibi bir parça olsun, ama Anadolu ezgileri de olsun arada, kendi özümüzden uzaklaşmayalım' gibi talepleri yerine getirmek durumunda kalınmış. Bu baskı ve stres ortamında, müziği hem avrupalı hem de doğulu karışımı bir yapıya oturtmak için; arka plana çokça motif eklenip; müziğin karmaşıklaşmasına, sade akıcılıktan uzaklaşılıp, zor takip edilir algılanır bir hâle gelmesine sebep olunmuş olunabilir...

Umarım 'Shake It Up Sekerim'in bu karmaşık altyapıdan biraz kurtulup sadeleştirilmesinin imkânı vardır yarışmadan önce. Umarım tanıtım videosundaki gibi bir kostümle (o şapka ve ceket korkunç, yırtık bir bluejean ve beyaz gömlek bile daha iyi olurdu onun yerin) o gece sahneye çıkılmaz. Umarım sahneyi doldurup kalabalık yapmaktan başka bir işe yaramayan, ilgisiz dansçılar olmaz arkasında. Ve umarım Kenan Doğulu o gece 'Eurovision' diye içine sokulmaya çalışıldığı, o üzerinde eğreti duran tuhaf kimlikten sıyrılıp, kendi olabilir. Çünkü Kenan Doğulu sadece kendi olabildiği zamanlarda daha sıcak, sempatik ve çekici...

Bu yıl, '52. Eurovision Şarkı Yarışması'nda; katılan ülke sayısı yarışma tarihinde ilk defa bu kadar yüksek bir sayıya ulaşarak, 40'ı aşacakmış.
24 veya 26 ülke arasında ilk ona kalamazken, bu yıl Türkiye'nin işi daha zor olacağa benziyor.
Umarım 'Shake It Up Sekerim' ile; 2003'de 26 ülke arasında Sertab Erener 'Everyway That I Can'le birinci, 2004'de Athena 'For Real'le 24 ülke arasında 4. olmamız, gibi bir sonuç alabiliriz. Kenan Doğulu ve ekibine başarılar diliyorum. Umarım düşleri gerçek olur.




Eurovision'a hazırdaki 'Çakkıdı'yla gidilmiş olunsaydı daha iyi olmaz mıydı, diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. 'Çakkıdı' klibinde hazırda çalışılmış dansçılar da vardı, zorluk çekilmezdi. Evet, 'Shake It Up Sekerim' maalesef böyle bir etki yarattı bir kısım insanın üzerinde ve onlardan biri de benim.

Konu, Robbie Williams 'Rudebox' ile başlamıştı. Ordan devam ediyorum.

'Rudebox' parçasının ilk 15 saniyesini, kalan kısmının teaser'ı gibi düşünürsek; parçanın kalan kısmı aynı tadda devam ediyor.
Kenan Doğulu'nun 'Çakkıdı' parçasında da; başlangıçtaki tad sonuna kadar sürüyor. Fakat 'Shake It Up Sekerim'de ilk on saniye harika bir açılış yakalanmışken, sonrası başka maceralara giriliyor ve müzik, dinleyiciyle taması kaybediyor.

Eğer 'Rudebox' ve 'Çakkıdı'yı art arda dinlemişseniz, siz de iki parçanın içersinde benzer tadlar yakalayabilirsiniz. İkisinin de başlangıç tınılarına, ara ritimlerine bir daha dikkat edin. Sonra 'Shake It Up Sekerim'i bir daha dinleyin, o tınılardan onda da bulacaksınız. Belki de üç parçayı biraz da cezbedici kılan bu ortak paydada buluştukları tınılar...

Post uzadı farkındayım. Konuyu Richard Branson ile uzaya taşıyıp havada bırakacağım. Ondan önce, hafta sonu müziği yaptığım 'Rudebox' ile ilgili bir şeyler daha söylemeden geçmek istemiyorum.

Robbie Williams'ın müziklerini arada dinlemek eğlenceli oluyor. Bu eğlenceli müzikleri yanında şöyle de bir durum varmış; 'Angels' parçası, yapılan bir araştırmada, 2006 yılında İngiltere’deki cenazelerde en çok çalan ikinci şarkı çıkmış?!

'Rudebox'; Robbie Williams'ın 2006 Ekim'inde çıkan 'Rudebox' albümünden. Albümde birçok güzel parça var. 'Viva Life on Mars' onlardan biri.

Robbie Williams'ın, Richard Branson’ın 2010’daki ilk 'Virgin Galactic' uçuşuna katılmayı çok istediği, ama 'Moby' ve 'Dave Navarro' bu isteklerine ulaşabilecekken, yerler bitmiş olduğu için Robbie’nin katılamayacağını, uzaya bu kadar ilgisi olduğu bilgisini de aktarayım. Belki bu bilgiyle 'Viva Life on Mars' parçasına ve
'Rudebox' albümüne bakışınızda bir farklılık gelişebilir...

Evet, böylece konuyu da uzaya bağlayıp havada bırakmış oldum.

Aslında bu hafta;
çelik grisi bulutlar altında, saçlarımda bazen rüzgâr bazen yağmurla İstanbul'da keyifle dolaşabildiğim için, hafta sonu müziğini de bu kıvamda seçecektim. (Böyle havalarda İstanbul'un cam kaplı yüksek binalarından yansıyan renkle, denizin rengi de görülesi oluyor. Soğuk renklere bürünmüş ama, tüm kozmopolitliği, geçmişle günümüzü birleştiren dokusuyla bir o kadar sıcak ve yaşanası bir kent İstanbul.) Ama gördüm ki blog trafiği, 300 Spartalı'yı izleyip etkisinde kalanların google'daki aramalarıyla hayli hareketlendi; taze başka bir mevzuya (Eurovision) daha dokunup, hem bunun sonuçlarını gözlemlemek hem de müziklerde yakaladığım benzer tadı paylaşmak istedim :)

'Mission Zero' Pirelli Film 2



İkinci Pirelli kısa filmi, 'Mission Zero'; müziği, 'Uma Thurman’ oyunculuğu ve kullandığı sarı Lamborghini Gallardo'suyla tam bir seyirlik zevke dönüşmüş, www.pirellifilm.com sayfasında izleyicilerini bekliyor.
'Mission Zero' : Sessiz, güneşli bir Los Angeles sabahında Uma, ateşli Lamborghini Gallardo’su ve yeni Pireli PZero lastikleriyle şöyle bir turlamak için evden çıkar. Ufak bir çocuk ona su tabancasıyla ateş eder, bu masum şaka gibi görünse de, aslında sekiz dakika sürecek tehlikeli bir oyunun başlangıcıdır. Kötü niyetli oldukları her hallerinden anlaşılan iki adam Uma’nın otomobilinin arkasına yaklaşırlar. Bir süre takip ettikten sonra ise birden Uma’ya ateş etmeye başlarlar. Uma artık hareketli bir hedef tahtası haline gelmiştir. Korkmuş bir halde saklanmak için bir fast food lokantasına girer, fakat hayatı hala tehlikededir. Bu adrenalin dolu gerilim anları boyunca, patlamalar, tuzaklar ve her türlü şaşırtıcı olay yaşanır. Uma büyük bir riskle karşı karşıyadır, ama ileri sürüş yetenekleri sayesinde her seferinde beladan kurtulmayı bilir. Oyunun kuralları gittikçe sertleşir… ve Uma durumdan hoşlanmaya başlamıştır; Gerilimin artmasıyla birlikte, Uma’nın refleksleri de çelik gibi olmuştur. Bir anda, üzerine gelen bir füzeyi savuşturmasının ardından oyun biter… Bütün olanlar gerçek miydi, yoksa sadece zihninin bir oyunu mu?
Pirelli kısa filmlerinden ilki; John Malkovich ile Naomi Campbell'in oynadığı, Antoine Fuqua yönetmenliğindeki 'The Call' idi ve 2006'da yayınlanmıştı.

'Mission Zero'da 'Uma Thurman’a Kevin Kazakoff, Zoran Radanovich eşlik ediyor. Filmin yönetmeni, Kathryn Bigelow; (Tuhaf Günler) Strange Days (1995), (Kırılma Noktası) Point Break (2001) filmlerinden hatırlanabilir.

Bildik Pirelli sloganı; (power is nothing without control) 'kontrolsüz güç, güç değildir'in vurgulandığı filmler; Leo Burnett, İtaly tarafından hazırlanmış.

Pirelli film sayfasından, 'Mission Zero' ile ilgili bir oyun ve sahne arkası, fotoğraflar gibi detaylara ulaşmak mümkün. Farklı dillerde sayfayı görüntüleyebilme gibi bir seçeneğin oluşu da ayrı bir güzellik...

Ayrıca, Pirelli film sayfa tasarımıyla da gayet ilgi çekici.
Sayfa açılışında mouse'a verilmiş ses efekti yanında, güzel bir fon müziği de size eşlik edebilir. Bunun için üstteki menüden müziği açmanız gerekiyor. Film kadar müziği de sevdiğim için, bu detayı atlamanızı istemem.

Pirelli, bir zamanlar BMW'nin yaptığı ve defalarca keyifle izlemekten kendimizi alamadığımız kısa film serisine benzer bu uygulamayla, markası için etkili sonuçlar alacağa benziyor.

Arzu edenler için diğer bir seçenek; YouTube-Mission Zero, YouTube-The Call.

Refresh Süresi ve Açılır Flash Bannerlar

Web sayfalarında menü kullanımlarını engelleyecek şekilde yerleştirilmiş, açılır flash banner türü reklamlardan şikâyetçiyim.

Bir de bu tür reklamlara ses eklenmiş olanları var. Eğer ses sisteminiz açık kalmış ve ses ayarınız da yüksekse; web sitelerinde gezerken o (renklilikleri, hareketlilikleriyle dikkat dağıtmaları yetmezmiş gibi) reklamlardan birinin üzerine yanlışlıkla mouse'unuzu getirdiğinizde, çıkan beklenmedik sesle dünyanızı şaşırabilirsiniz!?


O tuhaf seslerle ilgi çekmeye mi yoksa, ziyaretçilerin koşarak uzaklaşmalarını sağlamaya mı çalışıyorsunuz?!

Sesli banner uygulamalarından çok gerekmedikçe uzak durulsun, lütfen. Tasarımcıları ve reklam verenleri bu konuda dikkatli olmaya çağırıyorum.

Google AdSense reklamları tüm bu karmaşanın yanında ne kadar sade ve rahatsızlık vermeden işlerini görüyorlar, öyle değil mi? Nedir ki bu kadar işlevsel olan, Google Adsense acaba?!

Bu konuya ilave olarak, başka rahatsız olduğum bir durum daha var.


Özellikle internet haberciliğinin gelecekteki devleri olmaya aday günümüz haber sitelerinin, sayfalarını umarsızca açılır flash banner türü reklamlarla doldurmaları yetmezmiş gibi; bir de aldıkları bu reklamları, sayfa gösterim sayısına (reklamlara tıklandıkça değil, sayfa görüntüleme sayısı üzerinden ücretlendirilmesi) endeksleyip; sayfaları çok kısa sürelerde tazelemelerinden korkunç rahatsızlık duyuyorum.

Resimlere bakmak için o sayfalara gelmiyorum ki ben?!

Uzun bir haber metnini okurken, daha yarısına gelmeden sayfa otomatik olarak tazelendiği için; okuyan insanın dikkatinin dağılması bir yana, okurken kaldığı satırı da şaşırıp, okuma isteğini de kaybetmesine sebep oluyorlar.

O haber siteleri böyle davranarak, kaliteden ödün vermiş ve bir kısım ziyaretçilerini de kaybetmiş olduklarının, acaba farkındalar mı?!


Sabahları pratik olduğu için, gazete ve haber sitelerini internetten takip ediyorum. Ama bu uygulamalar yüzünden normal basılı gazeteden haber aldığımız günleri mumla arayacağız gibi gözüküyor.

Evet, gazete okumanın keyfi dokunarak, kokusunu hissederek çıkıyor, bu ayrı ama, pratikliği yanında, kâğıt israfı da olmasın ağaçlar kesilmesin diye tercih ettiğimiz internetin de dezavantajlarından maalesef sakınmanın yollarını bulmamız gerekiyor.

Sizin de var mı bu tür şikâyetleriniz?


Eğer web browser olarak
Mozilla Firefox kullanıyorsanız, bir eklentiyle sayfa yenileme (refresh/f5) süresini kendiniz belirlemeniz mümkün.

Reload Every isimli eklenti, keyfinize göre sayfaların tazeleme süresini belirlemenize imkân sağlıyor...

Olmadık bir hızla sayfalarını tazeleyip yeniden görüntüleyen haber sitelerini takip edenler için, bu eklentiyi kullanmak belki bir çıkış yolu olabilir. Bannerlar için şu an bir önerim yok maalesef. Belki o bannerları hazırlayanlar bilinçlenip daha düzgün şeylerle karşımıza çıkarlar, belki de bu gidişle banner körü oluruz da hiçbirini görmemeyi başarabiliriz...

(Bu post'u, 'sıkıntı ve muz kabuğu' ile etiketledim. İlerleyen zamanlardaki olası söylenmelerimi, şikâyetlerimi bu başlıkta yapıp, puff!'layacağım, varsa çözüm bulmaya çalışacağım.)

300 '300 Spartalı' Soundtrack

300 '300 Spartalı' filminin müzikleri, 25 parçadan oluşuyor, soundtrack'indeki; 'Tyler Bates' düzenlemesi olan, 'Fever Dreams'; hafta sonu müziğimiz olsun, demiştim...

Blogger'dan dolayı veya başka sebeplerden, eğer TuneFeed player ile rahat edemediyseniz; albümdeki 'Fever Dreams', 'Xerxes' Final Offer', 'A God King Bleeds' parçalarını Lynist on Odeo sayfasından dinleyebilir, playlist'inize ekleyebilir veya download edebilirsiniz...

'Fever Dreams' '300 Spartalı' Soundtrack



300 '300 Spartalı' filminin, 25 parçadan oluşan soundtrack'inden; 'Tyler Bates' düzenlemesi olan, 'Fever Dreams'; hafta sonu müziğimiz olsun.

Albümdeki 'Fever Dreams'parçası yanında,
TuneFeed player ile 'Xerxes' Final Offer', 'A God King Bleeds' parçalarını da dinleyebilirsiniz. Albümdeki diğer parçaları keşfetmeyi ve filmi izlemeyi unutmayın.

Bu arada, 'Fever Dreams'i blogda nasıl dinletebileceğimi düşünürken, üstte player'ını gördüğünüz (kullanabilmeniz için sisteminizde flashplayer yüklü olması gerekiyor) TuneFeed zamazingosunu keşfettim.

TuneFeed'deki alanınıza yüklediğiniz mp3 formatındaki müzik dosyanızı, TuneFeed player ile website alanınızda kolayca yayınlayabiliyorsunuz.

'Quick & Easy music sharing' hizmeti sunan TuneFeed, 100% 'Legal and totally Free'.

Üzerindeki menü yardımıyla; sevdiyseniz müziğin code'unu kendi alanınızda yayınlamak üzere alabileceğiniz gibi, müzikle ilgili yorum bırakabiliyor, yıldız sistemiyle beğeni belirterek raiting'e karar verebiliyor, RSS ile paylaşacağım müziklere abone olabiliyor, dilerseniz dinlediğiniz müziği satın alabilmeniz için amazon gibi bir alana yönlendirmesini seçebiliyorsunuz...

TuneFeed'le beraber Faces.com alanınız oluyor ve isterseniz video, resim, müzik paylaşımı; blog; sosyal mekân olarak orayı da kullanmaya devam edebiliyorsunuz, gibi...

Faces.com'da biraz vakit geçirince; Blogger bünyesinde bunlar niçin yok ki, Google'ın imkânaları onlardan daha mı az, demekten kendimi alamadım.

Bitirirken enteresan bir dip not: Bir iki post önce, 'ERROR veriyorsun ama sebeplerini açıklamıyorsun, kendim bulup giderene kadar sıkılıyorum, uğraştırmasan beni olmaz mı, böyle yaparak WordPress'e geçme isteğimi artırdığının farkında değil misin', gibisinden sitem etmiştim Blogger'a.

O olaydan sonra artık Blogger'dan açıklamalı ikazlar-uyarılar (error'un nazik hali) alıyorum. Yoksa Blogger beni duydu mu?!

300 '300 Spartalı'


Heyecan ve merakla beklediğim 300 '300 Spartalı' filmi, 16 Mart 2007'de, ülkemizde vizyona giriyor.

Frank Miller'ın grafik romanından sinemaya uyarlanan, Zack Snyder yönetmenliğindeki; görsel ve işitsel şölen vadeden böylesi bir filmden bünyenizi mahrum etmemenizi öneriyorum.

Benim gibi, 'Sin City'nin üzerinizde yarattığı etkiden hoşlananlardansanız; 'Sin City'nin yaratıcısı, Frank Miller'ın çizgi romanına dayanan bu filmin, yapım aşamasıyla ilgili haberleri ilgiyle takip etmiş, arada çizgi romanını okumuş, sonrasında da filmin fragmanını belki de defalarca izleyip, fotoğraf ve müziklerini çoktan arşivinize eklemişsinizdir.

Bir süredir filmin 25 parçadan oluşan soundtrack'ini dinliyorum. Tyler Bates düzenlemesi olan, güçlü duygular uyandırmayı başaran bu müziklerin her biri o kadar etkileyici ki;
daha izlemeden tarihi bilgilerinizle kendinizi o destansı öykünün içinde bulabiliyor, o atmosferi soluyabiliyorsunuz.

Albümdeki 'Fever Dreams', 'Xerxes' Final Offer', 'A God King Bleeds' parçalarının ilham verici, zihni harekete geçirici etkilerinden istifade etmiş biri olarak diyebilirim ki; yeni bir fikre veya hazırdaki fikrinizi nasıl şekillendireceğinizle ilgili desteğe mi ihtiyacınız var, o gücü bu müziklerden alabilirsiniz. Müzikler, keşfedilmemiş renk ve dokulara ulaşmanıza aracı olabilecek kadar etkili. Ofiste uçuşan taze fikirleri şu an burada yazamayacağım ama, ileride bir filmin müziklerinin etkisiyle başarıyla kotarılmış bir projeden bahsedersem, siz bağlantıyı kurmakta zorlanmayacaksınızdır.

Eğer denk gelip de sinemada fragmanını izleyerek, filmin etkisine kapılıp, vizyon tarihini
bekleyenlerden bile değilseniz; aktardığım detaylar belki ilginizi çekmeyi sağlayabilir.

Tarihin en büyük savaşlarından birini veren Spartalılar'ın tutku, cesaret, özgürlük ve fedakârlığının destansı hikâyesinin anlatıldığı; yönetmenliğini Zack Snyder'ın yaptığı; Gerard Butler, Lena Headey, David Wenham ve Dominic West başrollerini üstlendiği filmin senaryosu; 'Sin City'nin yaratıcısı, çizgi romancı Frank Miller ve Lynn Varley'nin çizgi romanına dayanıyor.

Filmde,
Kral Leonidas ve 300 Spartalı'nın, Zerhas ve dev Pers ordusuna karşı ölümüne mücadele ettiği, M.Ö. 480 yılında geçen, tarihi Thermopylae Savaşı (Termopil Savaşı) tüm şiddetiyle anlatılıyor.

300

Sparta Kralı'nın ordusu ile Pers ordusu arasında başlayan bu kanlı savaş, tüm Yunanistan'ın Persler'e karşı birlik olmasını sağlıyor.

300 Spartalı'nın, Termopylae geçidinde Pers Kralı'nın büyük ordusuna karşı duruşuyla ölümüne bir savaş olmasına rağmen, bu durum dünyada ilk demokrasinin oluşumunu sağlayacağı için de ayrı bir öneme sahip.

Savaşın ilk gününde, Xerxes Yunanlılar'a silahlarını bırakmalarını söylediğinde, Leonidas şöyle cevap veriyor: Molon Labe ('Gelin kendiniz alın').
Üçüncü gün ise, Leonidas adamlarına güzel bir kahvaltı etmelerini, çünkü akşam yemeğini Hades'te yiyeceklerini söylüyor.

Spartalılar, Perslerin
Termopylae geçidini bir türlü geçmesine imkân vermiyorlar. Ancak, Efsaneye göre efialtis (kabus) adında bir çoban persleri dağların arasında bulunan bir geçitten spartalıların arkasına geçiriyor, Spartalılar bunu öğreniyor ama yerlerini terketmiyorlar, sadece erkek çocuğu olmayan erkekler (soylarını devam ettirebilmek için) gönderiliyor ve kalan Spartalılar her iki tarafları sarılı şekilde savaşarak ölüyorlar.



Leonidas'ın yaşamı; Frank Miller'ın 1998 yılında yayınladığı '300' adlı çizgi romanında çarpıcı bir şekilde anlatılmıştı.
Miller Thermopylae'i 'Sin City' adlı çizgi romanlarından uyarladığı filminde de 'Dwight McCarthy' adlı karakter üzerinde Leonidas'a gönderme yaparak göstermişti.
Hikaye ayrıca Steven Pressfield'ın 'Gates of Fire' (Ateş Geçidi) adlı romanında da anlatılmıştı.

Savaş sahneleriyle Gladiator (2000), Troy (2004), Brave Heart (1995) gibi filmlerin arasında yer alabilecek gibi gözüken 300 '300 Spartalı' filminde; diğerlerine kıyasla çekimler bilgisayar ortamında oluşturulmuş. 'Sin City'deki çekim tekniği ve renk kullanımından hoşlanmış olanların, 300 '300 Spartalı'daki efektleri ve renk dokusunu yadırgamayacaklarını düşünüyorum.

Tüm bunların yanında, filmde
Gerard Butler gibi bir oyuncu var. Beğendiğim aktörlerden biri olduğu için söylemiyorum. Onu Tomorrow Never Dies (1997), Dracula 2000 (2000), Attila (2001), Lara Croft Tomb Raider: The Cradle of Life (2003), Timeline (2003), The Phantom of the Opera (2004) filmlerinden anımsarsınız.

ABD'de filmi beğenmeyen izleyici yorumları, filmin sinemadan çok PS2 oyununa benzediği yönünde. Fakat filmden hikâye derinliği beklemek yerine, Frank Miller'ın grafik romanından sahne sahne alınarak, aslına sadık kalınıp yapıldığını unutmayıp, 300 mükemmel savaşçı üzerine kurulu görsel işitsel bir şölen izlemek, beklentisiyle filme yaklaşmanın daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünüyorum..

Bakıldığında film tekniği, konusu, müziği, oyuncularıyla ve fragmanıyla izlenmeye değer gözüküyor. Film, fragmanı ve müziklerinin yarattığı beklentiyi karşılayamayacak gibi çıksa bile, bırakacağı o farklı tadla da olsa sinemadan ayrılabilinir.

300 '300 Spartalı' filmi web sitesi, fragmanı.

Blogger ERROR?!

"Must have around 197 characters or fewer" da nedir?!

Puff! Blogger bir türlü 'Hafta sonu müziği' post'umu yazdırtmadı :( error verip durdu. Bundan sonra postlar 197 karakter olacak gibi, saçma bi'şey yapmış olamaz Blogger, öyle değil mi?!

Hımm... Acaba embeddable player ile müzik ekleyip, müziği buradan dinletmeme mi izin vermedi, diye düşündüm. Müziğin linki hayli uzundu. Sadece playersız linki vermek istedim, yine olmadı. Link olarak da tam linki verdirtmedi. Evet, parçanın ismi belki biraz uzun ama sebep bu olamaz herhalde?!

Sonra, belki çözüm olur diye, 'Labels' kısmına yazdığım tanımlayıcı kelimeleri azalttım, sorun çıkarmadan post'u yayınladı?!
Yani bundan, 'Labels' olayını abartmamak gerektiğini mi anlamalıyız?!

Ama sadece böyle error vermekle oluyor mu, Blogger?!
Detay, açıklama, link, yol göstermeden; sebebini anlayıp, sorunu çözmek için beni yalnız bırakıyorsun!

Peki. Sıkılıp, bu kadar uğraşmayıp; blog'umu WordPress'e taşımamdan hiç korkmuyor musun Blogger!?

'Somewhere Over The Rainbow/What A Wonderful World'



Israel Kamakawiwo'ole 'Somewhere Over The Rainbow/What A Wonderful World'; sevdiğim 3 (hatta 4) filmi ortak paydada birleştiren bu güzel müziği, 'hafta sonu müziği' olarak seçtim.

'Somewhere Over The Rainbow' müziğinin yer aldığı o 3 film ise; Meet Joe Black (1998), Finding Forrester (2000) ve 50 First Dates (2004). Bu müziğin, Harry Nilsson yorumuyla yer aldığı You've Got Mail (1998) filmini de bu listeye ilave edebilirim.

50 First Dates; belki de şimdiye kadar izlediğim en eğlenceli romantik komedilerden biri. Meet Joe Black ise;
Joe Black rolündeki Brad Pitt'in bakışları ve mimikleriyle ve Anthony Hopkins, Claire Forlani ile; fantastik/romantik/dram başlığındaki unutulmayacak örneklerden biri. Bu yüzden bu iki film dikkat çekmiş fakat, Finding Forrester belki gözden kaçmış olabilir. Eğer öyleyse; Sean Connery, William Forrester rolündeki performansını mutlaka görmenizi, 'Somewhere Over The Rainbow' müziğini bir de film içinde yakalamanızı, mutlaka öneririm.

En iyi film müziklerinden biri kabul edilen 'Somewhere Over The Rainbow'; ayrıca birbirinden dinlenesi lezzette birçok kişi tarafından coverlanmış ve başka birçok filmin soundtrack'inde de kullanılmıştı.

'What a wonderful world' ve 'Somewhere over the rainbow' parçalarını birleştirip , böylesine huzur veren bir müzik yaratan, Hawaii'li müzisyen Israel "IZ" Kamakawiwo'ole; 340Kg'ı bulan kilosuna rağmen, yumuşak sesi ve Hawaii esintisi taşıyan müzikleriyle; birçok filmde, televizyon programlarında ve reklamlarda yer almıştı. 1997'de yaşamını yitiren müzisyenin, Amazon'daki 'Israel "IZ" Kamakawiwo'ole' başlığından diğer müzikleri de keşfedilebilir.

- - -
(9.3.2007 tarihli bu yazıya, 17.9.2008'de, 'Somewhere Over The Rainbow' müziğinin kullanıldığı Akbank ve Boyner'in yeni kredi kartı Fishcard tv reklamı eklenerek editlenmiştir.)



'FishCard: Akbank Reklamı'nın burada yer alan YouTube videosunu görüntüleyemiyorsanız, Fish card reklamı bağlantısı üzerinden de aynı videoyu izleyebilirsiniz.

'8 Mart'ın Neresindesin?

8 Mart 'Dünya Kadınlar Günü'

8 Mart niçin 'Dünya Kadınlar Günü' olarak takvimlerde yer alır?

Kadınların bakımlı, hoş gözükmeleri için, hediyeler verilen diğer bir mutlu etme günü olduğu için mi?

Yoksa, 'sevgililer günü', 'anneler günü' gibi; alışveriş/tüketim çılgınlığına dönüştürülen popüler kültür oyuncağı olamadığı için, sembolik bir saygı gösterme/değer bilme günü olduğu için mi?


Dünyada ve ülkemizdeki kadınların sorunlarının ne kadar farkındayız?

Kadınları mutlu olmayan bir dünyanın geleceği nasıl olabilir?

Peki, kadınlar haklarının ne kadar farkında ve kullanıyorlar?


Kadınlara seçme ve seçilme hakkı kanunen tanınan, dünyada sayılı Avrupa'da ise ilk ülke hangisidir?


İlk Türk kadın vali, diş hekimi, bakan, pilot kimdi diye anımsanamayabilir belki ama, gereksiz bir dolu şey hakkında fikir sahibi olmaktan geri kalmayan özellikle hemcinslerimin; '8 Mart'ı bilip de, 'Türkiye'de, kadınlara seçme ve seçilme hakkının ne zaman verildiği'ni dahi bilmemesinden utanıyor ve büyük üzüntü duyuyorum.


Söylenecek birçok şey var ve tabii ki yapılması gereken. Ama önce bilmek gerekiyor. Bilgilenmek ve bilgilendirmek.



Türkiye kadın Hakları Kronolojisi
8 Mart Dünya Kadınlar Günü
International Women's Day (IWD)

ntvmsnbc'den ilgili birkaç haber başlığı;
Avrupalı kadınların dörtte biri şiddet kurbanı
Ankara’da 8 Mart kutlaması
Türk kadını mutsuz
Türkiye’de kadın olmak
Kadınlar açısından son bir yılda
Kadının yükü ağır
8 Mart’ta 8 kadının dramı
Iraklı kadının kutlayacak bir şeyi yok
Alanlarında ilk olan Türk kadınları
Çilenin coğrafyası yok
Türkiye tarihine yön veren kadınlar
Yılın yürekli kadınları ödüllerini aldı
Neden 8 Mart?
Dünden bugüne Türk kadını
İş yaşamında kadın ‘eşit’ değil
Rakamlarla kadının durumu
Kadınların yıllarca süren mücadelesi
Tarihte 8 Mart Dünya Kadınlar Günü
Trafik ışıklarına etekli kadın silüeti
Kadın namlunun ucunda
Yaşam hakkı çalınan kadınlar
Kadınlar, şiddetten yakınıyor
Vanlı kadın için çare intihar mı?
Kadın yönetici istenmiyor

Müzedechanga mı, Cengiz Han mı?

Mart ayında yağmur yağmasını artık şaşkınlık ve sevinçle karşılar olduk. Hafta sonu, kentin puslu manzarasına bir de Emirgan'dan bakalım, Müzedechanga'da sohbet eder, Orta Asya'dan gelen göçebe konuklarımızı da görürüz, diyerek Atlı Köşk'e gittik.

Emirgan'daki Sakıp Sabancı Müzesi Atlı Köşk; 7 Aralık'tan beri, Moğol İmparatorluğu'nun Cengiz Han tarafından kuruluşunun 800'üncü yıl dönümü dolayısıyla düzenlenen, 'Cengiz Han ve Mirasçıları: Büyük Moğol İmparatorluğu' sergisine ev sahipliği yapıyordu.

Sabancı Müzesi, daha önce Picasso ve Rodin'e de ev sahipliği yapmıştı.

Rodin-Camille Claudel ilişkisine ve eserlerine özel bir ilgim olduğu için, Rodin'in heykellerini görmeye gittiğim gün, benim için heyecan vericiydi ve Sabancı Müzesi'ne karşı ayrı bir sempatim oluşmuştu.

Belki de orda, Rodin'deki o tadı bir daha yakalayamam diye, "Cengiz Han ve Mirasçıları"nı görmeye gitmeyi ertelemiştim. Ama, sunulan eserler ve bilgiyle o dönemin dokusunu, aynı atmosferi soluyormuş hissi yaratan mekanı deneyimlemek, beklediğimden de etkileyiciydi.

Öyle bir tarih ve mirasa hayran kalmamak zaten mümkün değil. Sergiyle, sanki zamanda bir kapı açıp, minik bir seyahat ederek; bunu bir kez daha iyice anlıyoruz.

Film gösterimleri ve atölye programları gibi etkinlikleri de bünyesinde bulunduran sergi; tüm ihtişamıyla hafızalarda yer etmek ve tarihi anımsatmak için 8 Nisan'a kadar ziyaretçilerini bekliyor. Daha detaylı bilgiye; SSM'den, Cengiz Han Hakkında ve Eserlerden Seçmeler başlığından ulaşabilirsiniz...

Müzedechanga ise, Sakıp Sabancı Müzesi'nin içinde bir lokanta, kafe. Yemekleri, mekân tasarımıyla müdâvimi olacağınız bir yer.

Geleneksel Türk tadlarından uzaklaşmadan, yaratıcılığın işin içine girmesiyle oluşturulan enteresan yemekleri Müzedechanga'da keşfedebilir, hatta hiç yemem dediğiniz bir yemeğin, başka tadlarla harmanlanmış bir sunumunu, beğenerek yerken bulabilirsiniz kendinizi.

Sıcak atıştırmalıklar, soğuk atıştırmalıklar derken keşfedeceğiniz diğer çeşitlere yeriniz kalmayabilir. Kendinizi sıkça burada yeni tadlar keşfederken, arada da müzeye gelmiş yeni sergileri de takip ederken bulabilirsiniz.

Evet, müzeye değil de doğrudan restorana gitmekten bahsediyorum. Farklı bir yaklaşım gibi gözüküyor ama dünyada buna benzer örnekler var. İyi müze restoranlarına gidenlerin sayısı, sergileri gezmeye gidenler kadar çok. Cezbedici bir mekân, yanında ilgi çekecek etkinlikleri, sergileri de takip etmeye imkân veriyorsa; neden öncelikli tercih müze değil de mekân olmasın?!

'Cengiz Han ve Mirasçıları: Büyük Moğol İmparatorluğu' sergisini görmeye gittiğinizde, isterseniz önce Boğaz'a karşı oturup içeceğiniz bir kahve yanında kurabiyelerinden denemek için Müzedechanga'ya uğrayın. Sonrasında, kendinizi yemekle ilgili nefis bir tecrübenin kollarına bırakmak için, sıkça Müzedechanga'ya uğramaktan alamayacaksınız.

Yaratıcı süreçlerinizi beslemekte kullanacağınız bir parça Cengiz Han, bir parça da Müzedechanga etkisi; zihninizde, fark edilir yeni açılımların meydana çıkmasına yol açacaktır (denenmiş, onaylanmıştır :) yoksa blog sahibi yeni ilham noktacıkları mı yakalamıştır, galiba öyledir).

The Cardigans


Hafta sonuna geçiş müziği olarak, The Cardigans 'Favourite Game' (acoustic version) seçtim.

Bakmayın akustik versiyonun böyle sakin olduğuna, orjinal versiyon ve diğer The Cardigans müzikleri arşive ekleyip, geri dönüşlerle çokça dinlenecek kıvamdadır. My Favourite Game, Erase & Rewind, I nedd some fine wine kliplerini de görmeden geçmemek gerekir. Grup ve albümleriyle ilgili detaylı bilgiye; The Cardigans ve Amazon/Cardigans başlığından ulaşılabilir.